BİL BAKALIM Güzel bir ilkbahar günü, parkta tek başına oturan genç kızın arkasından gelen biri, elleriyle kızın gözlerini kapatır:

“Bil bakalım ben kimim? Üç tahminde bilemezsen bir öpücük ve de sinemaya birlikte gitme hakkını kazanmış olacağım...”

Uzun uzun düşünen, gözlerini kapayan elleriyle yoklayarak kim olduğunu anlamaya çalışan genç kız, sonunda yanıt verir:

“Sezar... Pastör... Napolyon...”

 

DİPLOMA

Temel siyasete girmeye karar vermiş.

Bir partiden milletvekili seçilince her yerden tebrik-takdir yanında hediyeler de almış.

Bir üniversiteden de doktora payesi vermek istemişler.

Temel gayet memnun kabul etmiş.

Üniversitede güzel bir törenle doktora cübbesini giymiş. Tören gecesi eve döndüğünde Fadime:

-“Sen doktor oldun, ben de olmak istiyorum!” diye tutturmuş.

Temel: -“Hanım yapma, etme” demiş, dinletememiş. Gitmiş üniversite rektörüne rica etmiş.

Rektör: -“Ne demek efendim, hanımınıza doktora payesi vermek bizim için bir şereftir!” demiş.

Hanımı da doktor olmuş.

Ancak eve döndüklerinde yine tutturmuş.

-“Temel… Şimdi ikimiz de doktor olduk ancak, devamlı bindiğimiz atımızdan ben hicap duyuyorum. Her ikimiz de üstüne doktor sıfatıyla bineceğiz; o bundan neden mahrum olsun ki? Ona da doktora payesi alalım.”

Temel ne kadar “Olmaz” dese de hanımını ikna edememiş.

Tekrar rektöre gitmiş ve rica etmiş:

-“Bizim hanım böyle böyle söylüyor, yapabilir miyiz?” diye.

Bunun üzerine rektör:

-“Ne demek Temel bey; biz buradan nice eşeklere doktora veriyoruz, ata niye vermeyelim!..”

 

DİLEK!

Temel, bir Fransız ve bir Amerikalı ile ıssız bir adadaymış.

Bir gün iyi huylu bir deniz perisi gelip demiş ki:

-“Uzun zamandır izliyorum sizi. Geminiz battıktan sonra çok acı çektiniz. Dileyin benden, ne dilerseniz.”

Fransız; -“N’olur beni Fransa’ya gönder!”  demiş. Hoop gitmiş Paris’e.

Amerikalı; -“Beni de Amerika’ya lütfen!” demiş ve o da hoop California’ya.

Sıra Temel’e gelmiş.

Düşünmüş, düşünmüş;

-“O Fransız ile Amerikalı uşakları çok özledim. Getur onları geriye!..”

 

NE BİLSİN?

İstanbul’da yaşayan bizim Temel, av sporuna merak salar. Av için gerekli malzemeleri alır. Birkaç gün avlanır.

Bir gün kahvede otururken Temel başlar maceralarını anlatmaya.

Der ki, -“Bir gün tüfeğimi aldım Belgrad Ormanı’na gittim. Yarım saat gezdikten sonra bir baktım beyaz bir ayı bana doğru geliyor. Tüfeğimi doğrultmamla ateş etmem bir oldu. Tek kurşunla ayıyı yere serdim!” der.

O sırada arkadaşlarından birisi:

-“Haydi ulan oradan! Belgrad Ormanı’nda ayının ne işi var?” der.

Temel: -“Ulan ayı bu ne bilsin oranın Belgrad Ormanı olduğunu?” der.

 

TAMİRCİ MİSİN?

Temel arızalı paraşütle atlamayı reddedince komutanı ona:

-“Teknoloji gelişti, bir arıza olursa paraşüt tamircileri hemen havada tamir ediyor…” diye yalan söyleyerek ikna etmiş. Temel bunun üzerine uçaktan aşağıya atlamış ve paraşütü açılmamış.

Tam o sırada üzerinde tulumu, elinde İngiliz anahtarıyla birinin roket gibi yukarıya doğru geldiğini görmüş ve bağırmış;

-“Paraşüt tamircisi misin?”

Adam yanından hızla geçerken;

-“Hayır!.. Doğalgazcıyım!..”

 

LİNKOSİN!

Temel’in eşi şiddetli soğuk almış doktor Linkosin iğne yazmış.

Sabah Temel çıkarken hanımı yataktan seslenmiş;

-“Ula Temel, akşama dönerken Linkosin’i unutmayasun da!”

Akşam iş dönüşü, Temel her zamanki gibi kahvede Dursun’la tavla oynarken karısının ilacını ve eczanelerin kapanmak üzere olduğunu hatırlamış.

Hemen kalkıp en yakındaki eczaneye doğru koşturmaya başlamış.

Temel nefes nefese içeri girmiş; Ancak ilacın ismi bir türlü aklına gelmiyor.

Kapıda durup hatırlamaya çalışırken beceremeyince seslenmiş:

-“Ula, say pakayum şu ilaçlarun isimlerunu pana!..”

 

3 GÜN

Temel ile Dursun Toronto’ya gelmişler ve Temel, dünyanın en yüksek kulesi olan CN Tower’ı Dursun’a gösterip;

-“Burası o kadar yüksek ki, yukarıdan düştüğün zaman aşağıya gelene kadar 3 gün geçer.”

Dursun: -“Ölür müsün?” diye sorunca,

Temel: -“Ne zannettin ya! 3 gün yemeden içmeden yaşanır mı?”

 

ONUN İÇİN

Kahvede bir köşede miskin miskin oturan Temel’i gören Dursun sormuş:

-“Ula Cemal’le küs misun? Artuk tavla oynamaysunuz!”

-“Ula sen olsan, pul çalan, zar tutan, kapı atlayan birisi ile tavla oynarmisun?”

-“Oynamam…”

-“O da onun içun oynamayi işte…”

 

MANİTU

Kızılderili’nin biri kabilenin büyücüsüne gitmiş:

-“Ben çok küfür ediyorum. Acaba Manitu beni yanına alır mı?” diye sormuş.

Kabile büyücüsü:

-“Al şu oku, karşıya at. Eğer hedefi vurursan Tanrı seni yanına alacak, vuramazsan cezalandıracak”

Adam ilk atışında kaçırmış kızgınlıkla;

-“Has’tir lan ıskaladık” demiş.

Büyücü:

-“Bana bak, bak küfür etme Manitu çarpar”

Adam ikinci atışında da ıskalamış ve yine kızgınlıkla:

-“Has’tir ıskaladım” demiş.

Bunun üzerine büyücü:

-“Bak küfür etme Manitu çok fena çarpar” demiş.

Adam üçüncüde de ıskalayıp yine küfür edince, gök gürlemeye şimşekler çarpmaya başlamış.

Yıldırım gümbür gümbür aşağı düşmüş ve büyücüyü yok etmiş.

Etraftan gür bir ses gelmiş:

-“Has’tir ıskaladık.”

 

KİM BİLİR?

Temel seçimlerde aday olmuş, büyük kalabalığa karşı konuşma yapmak için kürsüye çıkmış.

Cebindeki kağıdı aramış bulamamış.

Bunun üzerine seçmenlere şöyle seslenmiş:

-“Sevgili hemşerularım, puraya celirken neler söyleyeceğimu pir Allah, pir de pen pileydum. Şimdi ise sadece Allah piliy!...”

 

PAHALI!

Sosyeteden bir hatun, dostlarıyla bir araya gelmek için bir yemek düzenler.

Birkaç hortumcu, bazı devlet adamları, playboylar, playgirller falan derken, “Birkaç kişi de sanat camiasından olsun” diye düşünür ve davet eder.

Bu sanatçılardan biri çok ünlü bir fotoğrafçıdır.

Fotoğrafçı, ev sahibesinden izin ister ve geceyi değerlendirmek, fotolarını teşhir etmek amacıyla, salonun uygun bir köşesine küçük bir sergi açar.

Yemekten önce sergi kısmında vakit geçirilir, sorular sorulur, kritikler yapılır.

Ev sahibesi de boş durmaz, müthiş bir yorum yapar;

-“Fotoğraflarınız çok güzel beyefendi. Pahalı ve güzel bir makineniz olsa gerek.”

Sanatçı tevazu içinde gülümser sadece. Bozulduğunu belli etmez. Yemekler yenir, sohbetler edilir, kakara-kikiri derken, vakit geçer ve vedalaşma zamanı gelir.

Herkes birer ikişer ayrılırken, sıra sanatçıya gelir:

-“Yemekleriniz mükemmeldi hanımefendi. Harika ve çok pahalı tencereleriniz olsa gerek...”

 

KANO

İngiliz, Alman, Fransız ve Temel bir adaya düşmüşler.

Bunları bir kabile yakalamış ve bağlamışlar direklere.

Kabile şefi sudaki kanoları göstermiş ve;

-“Benden getiremeyeceğim bir şey isteyen kurtulur. Eğer getirirsem derinizden kano yaparım!” demiş.

İngiliz: -“Bana Manchester United takımının kalecisinin imzaladığı bir futbol topu getirin.”

Şef bir işaret etmiş ve İngiliz’in istediği top gelmiş ve derisi yüzülmüş.

Fransız: -“Bana 1820 Napolyon şarabı getirin!” demiş.

Şef kıs kıs gülerek işaret etmiş bir şişe şarap gelmiş önlerine;

Fransız’ın da derisi yüzülmüş.

Alman: -“Bana el yapımı bir Limuzin getirin!” demiş.

Beş on dakika sonra ormandan bir Limuzin gelip park emiş önlerinde.

Alman da aynı akibete uğramış.

Sıra gelmiş bizim Temel’e.

Temel: -“Bir çatal isteyrum…”

Şef: “Salak mı lan bu herif? İsteyecek bir şey bulamamış mı?” diye düşünürken bir çatal alıp vermişler Temel’e.

Temel başlamış çatalı vücuduna batırmaya.

Şef hayretle sormuş:

-“Ulan ne yapıyorsun geri zekâlı?”

Temel cevaplamış:

-“Nah size kano… Nah size kano...”