“Eskiden” lafıyla başlayan birçok hikâye, anı paylaşmışınızdır. Birçok kez duymuşsunuzdur.

Eskiden;

Mahallenin bir raconu vardı.

Mahalle kızlarına bakılmaz, hepsi kardeş gibi korunurdu.

Hoş şimdilerde kapı komşumuzu tanımıyoruz o ayrı.

.

Eskiden;

Mahalleye girilince öyle sağa, sola bakılmaz baş öne eğilir, eve gidilirdi.

.

Eskiden;

Önce mahalle bakkalından, manavından, kasabından v.s. alışveriş yapılır, onlarda istenilen şey yoksa başka yerlere gidilirdi.

.

Eskiden;

Mahalle kahvesinin camı evlere doğru bakıyorsa o pencereye perde takılırdı.

.

Eskiden;

Gece vakti komşular rahatsız olmasın diye gürültü yapılmazdı.

.

Eskiden;

Mahalle maçları oynanır, mahalle kavgaları yapılırdı. Ama bir kişiye on kişi saldırıp, dayak atmazdı.

Yere düşene vurulmazdı.

.

Kısaca Eskiden; “Racon” vardı.

Yani; “Yazılmamış bir kuraldı, kanundu” bunlar…

.

Şimdi mi?

.

Haberlere konu olan kavga görüntülerini seyrediyorum.

Ne insanlık kalmış, ne racon!

.

Yerde yatana bırak tekmeyle vurmayı, 4-5 kişi tarafından sopayla kafasına kafasına vuruluyor.

Bir kişiye onlarca kişi tabancayla, sopayla saldırıyor.

.

“Mahalle kızları” diye bir kavram yok, kim önüne çıkarsa…

.

Mahalle bakkalı, kasabı kimin umurunda.

“Batarsa batsın!” denilerek, “Bana mı sordu açarken!” mantığı gelişti içimizde.

.

Aslında tüm yazımın kaynağı şu haber oldu.

.

Okurken insanın içi acıyor, ama yapanların bırakın içinin sızlamasını, kılları bile kıpırdamamış belli.

.

“Kadın kıyafeti giydirerek tecavüz ettiler, bağlayıp ölüme terk ettiler…”

.

Bilmem gözünüzün önüne geldi mi?

.

Haber devamı şöyle;

“Muğla‘da 4-5 kişilik bir grup, bir erkeğe makyaj yapıp kadın kıyafeti giydirerek tecavüz etti, ardından bağladıkları direkte işkence yapıp ölüme terk etti. Yoldan geçenlerin tesadüfen bulduğu kişi yoğun bakım ünitesinde yaşam mücadelesi veriyor.”

.

Geldiğimiz son nokta bu işte.

.

“Eskiden” şeklinde başlayan anılarımızda “böylesi bir vahşet” yoktu…

.

Haydi diyelim bir husumetin vardı Şeytana uydun kaçırdın.

Haydi diyelim, hırsını yenemedin dövdün.

.

Peki;

Oje sürmek ne?

Kadın kıyafeti giydirmek ne?

Sonrasında tecavüz etmek ne?

Ve ölüme terk etmek ne?

.

Vah vah vah…

Geldiğimiz noktaya bakar mısınız?

Keşke “Eskiden” olsaydı.

.

Eskiden “Kabadayılar” vardı, “Külhanbeyleri” vardı.

.

“Kavga, döğüş, racon” onların işiydi.

.

“İnternette bulduğum alıntılarla” sizlere bu konuda bilinmeyenleri, unutulanları yazarak hatırlatmak istedim.

Kabadayılığın öylesi ucuz bir şey olmadığını anlatmak için.

.

“Kabadayı ile Külhanbeyi her ne kadar yakın özellikler taşısa da iki farklı kavramlardır.” denmiş öncelikle.

.

Külhanın sözlük anlamı:

Osmanlı zamanında hamamlara sıcak su vermek için suyun ısıtıldığı yer anlamında olup, soğuk kış günlerinde başıbozuk serseri takımının hamamlarda su ısıtılan, bu sıcak külhan yerlerinde kışı geçirdikleri için kendileri ile bu isim zamanla özdeşmiş ve bu isimle anılır olmuşlar.

Osmanlı döneminde Külhanbeyler, tulumbacılar (Bugün ki İtfaiyeci) giyim kuşamları, gözü kara olmaları ve kendi konuşma üslupları ile bu sıfat kendilerine yakıştırılmış.

.

İlhan Selçuk, gazetedeki köşesinde kabadayıyı şöyle tarif etmiş;

“Kabadayı; daha çok mert, içi dışı bir, güvenilir, sözünün eri kişiler için kullanılıyor…”

.

“Ya külhanbeyi?

Ağzı bozuk, sinirli, fırsatını buldu mu kendinden küçük olan ya da zor durumda bulunan veya güçsüz kimseye posta koyan; çevreye hava atan, kendini bir halt sanan; yürüyüşü ve salınışıyla kabadayı taklidi yapıp içinden pazarlıklı kişiliğiyle takıyyeciliğini sürdüren, para pul işinde üçkâğıtçılarla birlik olup dürüst davranmayan ve de zoru gördü mü pısan kişi bugünkü toplumun külhanbeyidir!”

.

“Kabadayı olunacaksa;

Biat etmenin,

Sömürülmenin,

Emek düşmanlığının,

Aydın karşıtlığının,

Ölümlerin,

Yarattıkları kan havuzlarında semirenlerin,

Umutsuzlukların,

Çocuk bedenlerini ticari çıkar olarak görenlerin,

Devlet terörünün,

Eşkıyanın,

Açlığın,

Yasakların karşısında olunmalıdır.”

.

“Erke sırtını dayayıp gazete köşelerinde tetikçilere hedef göstermek,

Rant uğruna kentsel dönüşümler adı altında insanların mülklerine çökmek,

İşçi ölümleri sonrasında yakınlarını tekmelemek,

Birinci sınıf koyu takım elbiselerle insanlar üzerinde korku yaratmak,

Ekmek almaya giden çocukları vurmak,

Ağacı savunan gençleri hain ilan edip infaz etmek ‘Kabadayılık’ değildir.”

.

Ülkemizde “Kabadayı” olarak bilinen Dündar Kılıç kendini şöyle tanımlamış;

“Düzen kahpe, biz kabadayıyız.

Gangster başka, mafya babası başka, Kabadayı başka.

Kabadayı; Sever, sayar, hümanisttir.

İnsan sevgisinden başka şey tanımaz.

Bütün dünya ülkelerinde, bilhassa demokrasi ülkelerinde mafya teşkilatları vardır.

Türkiye’de de vardır, ama mafya kimdir, işte bu tartışılır.

Mafya bir teşkilat olayıdır.

Mafyanın Meclis’te milletvekilleri olur, bakanları olur, polis müdürleri olur, hatta fahişeleri bile olur.

Bu teşkilatlara sahip olan insanlardır mafya.

Ama Kabadayılar halkın bağrından kopmuştur.

Bu kelime yıllardır rahatsız ettiği halde yine de halka hizmet ve emek verdiğimiz için mutluyum.

Hangi Kabadayı nerede devletin kasalarına el uzatmış veyahut kötü bir faaliyet göstererek bir kimsenin para karşılığında canını yakmış veya bir yerde kiralık katil olmuş?”

.

Yazar Rauf Tamer, Kabadayıların son dönemlerine yetişmiş; çocukluğunda tanıdığı o insanları özlemle şöyle yad ediyor:

“Mahallenin kızlarına laf atanlara haddini bildirecek, semte güven verecek yahut ihtilafta gayet ağırbaşlı racon kesip hakem olacak bilekli ve yürekli delikanlılar bizi terk edip gittiler. Onları çook ararsınız. Onlar bulundukları semtin, mahallelerin bir süsüydü, bir nevi teminattı orada oturan sakinler için...”

.

Gazeteci Refi Cevad Ulunay Kabadayılar için; “Racon dedikleri, kendilerine özgü yasaları vardı” diye başladığı cümlesine şöyle devam ediyor;

“Bu adamlar kendi terbiyelerine göre, adetleri ve ülfetleri ile koydukları kaidelere riayete mecburdurlar. Zayıfı, bilhassa ırz ehlini himaye ederler, çizdikleri yoldan ayırmamaya dikkat ederler. Çünkü muhitlerinin onlara verdiği bazı hakları ayakaltına alırlarsa şöhretlerini kaybedeceklerinden korkarlar.”

.

Ulunay, çoğunlukla kahveci, ciğerci, tulumbacı olan kabadayıların hürmetli, efendi insanlar olduğunu anlatmış;

“Neşeli adamlardır, zevk ehlidirler, bazılarının tasavvur ettikleri gibi sıfır kalıp fes, camavari yelek, sakız kuşağı, kıvrık paçası mor kadifeli bol pantolon, yumurta ökçe pabuç, boyun tarafı büzmeli siyah mintan giymezler. Herkes gibi giyinirler, hatta iyi terzilerden giyinirler, fakat ekseriya pardesüsüz gezmezler. Çünkü koltuk altında saldırma taşırlar. Bunu da bir çalım vesilesi yapmazlar.”

.

Ahmet Rasim’den aktarılmış bu Kabadayılık dersi ise şöyle;

“Zengin bir tulumbacı, oğluna ders vermesi için bir kabadayıyı tutmuş. Kabadayı, çocuğun karşısına geçmiş;

‘İlk dersimiz şu. İkimiz de parmaklarımızı birbirimizin dişlerinin arasına sokacağız, işaret verince ısıracağız’ demiş.

İşaret verince karşılıklı ısırmışlar.

Çocuk, ‘Ahh!’ diye bağırmış.

O zaman kabadayı, ‘Bak işte delikanlılığın ilk şartı budur. Acını belli etmeyeceksin’ demiş.”

.

İster Kabadayılık olsun, isterse külhabeylilik…

Oje sürüp, tecavüz etmek yok bu eski adamların raconlarında…

 

OSMANLI’NIN MEŞHUR

KÜLHANBEYLERİ

İpsiz Recep (1862)

İpsiz Recep'in lakabına dair iki rivayet var. Birincisi para tutamadığı ve etrafa para saçmasından dolayı olduğu, ikincisi ise cesaretli biri olduğu. Zonguldak çevresinde kömür taşımacılığı yapmış. Bozulan işi onu eşkıyalığa sürüklemiş. Fakat Müslüman halka kötülük yapan Rum çetelerine karşı Kuvayı Milliye'de savaşmış.

 

Odesalı Kosti (1895)

Yunanistan doğumlu. Taksim civarındaki mekânlardan haraç yiyerek kabadayılık yaparmış. Bunu yaparken kimseye yakalanmaz, olay yerinden hızlıca ayrılırmış. Sol kolunda iki çiçeğin ortasında “M” harfi, sağ kolunda ise bir kız resmi bulunurmuş. Sol kolunda bulunan “M” harfi sevdiği kadın Mari'nin baş harfiymiş.

 

Solak Ligor (1888)

Bir silahlı çatışma sonrasında sakat kalmış. Konya'da yaşayan Ligor babasıyla birlikte İstanbul'a göç etmiş. Asıl mesleği terzilikmiş. Kolu sakatlandığı için mesleğini yapamamış kabadayılığa başlamış. Tek kolunu kullanabildiği için iyi bıçak kullanmaktaymış. Unkapanı'ndan Eyüp'e kadar 4 yıl boyunca bu çevrenin kabadayısı olmuş.

 

Piç Ardaş (1886)

Piç Ardaş yaşadığı yıllarda Üskadar'ın tek hakimiymiş. Sivas doğumlu olan Piç Ardaş, İstanbul'a gelmiş ve Manavcı Ali'yi öldürmüş. Ardaş'ın sağ eli ve işaret parmağı kesikmiş.

 

Arap Hüsnü (1870)

Arap Hüsnü geceleri insanların rüyasına girecek kadar heybetli birisiymiş. Yüzündeki çukurlar ve sağ kulağının kıkırdak kısmının olmaması onun karakteristik özelliklerindenmiş. Aslen Trablusgarp doğumlu olup, yıllarca Tophane semtini inim inim inletmiş. İşlediği suçlarda hiçbir zaman delil bırakmamış.

 

Şık Manol (1890)

Şık Manol, söylenilene göre hiç silahla adam öldürmemiş. Şık lakabı nereden geliyor bilinmez ama bu tarzından dolayı olabilirmiş. Kavgalarda genellikle yumruk ve kafasını kullanmış.