Temel yeni yaptığı ahırına hayvanları yerleştiriyormuş.

Temel yeni yaptığı ahırına hayvanları yerleştiriyormuş.
Fakat sıra develere geldiğinde, develeri kapıdan geçirememiş.
Başlamış kapının üst kısmını balta ile parçalamaya.
Oradan geçen Dursun, durumu görünce seslenmiş:
-“Ula uşağum ne yapaysun?”
Temel:
-“Ne yapacağum… Devenin boyni çok uzun, kapıyu uzatayrum”
-“Ulan salak uşak... Kapunun girişindeki toprağı biraz kazsana...”
-“Hemşerum sende az salak değulsun da...! Devenin boynu uzun, ayakları değulki...”
 
***
Çin’de görevli Amerikalı bir subay bir gün Pekin’de bir lokantaya girdi. Garsonun getirdiği Çince mönüye garip garip baktı.
Gelen mönüden bir şey anlamasa da bozuntuya vermedi ve parmağını Çince bir yazının üzerine basarak garsona gösterip, ne geleceğini merakla beklemeye başladı.
Bir müddet sonra garson bir tabak meyve getirdi.
Amerikalı subay garsona meyveyi kenara koymasını işaret ederek parmağıyla listedeki başka bir yeri gösterdi.
Bu kez, bir dilim pasta geldi.
Bunun böyle olmayacağını anlayan subay, çevresindeki masalara baktı.
Karşı masada bir Çinli et yemeği yiyordu.
Subay, karşı masadaki adamın yediği yemeği gösterdi ve garsona o yemekten getirmesini işaret etti.
Yemek geldi.
Subay büyük bir iştahla eti yemeye başladı.
Birkaç lokma sonra, şimdiye dek bu tatta bir et yemeği yemediğini fark etti.
Pekin ördeklerinin ününü duymuştu.
Bu acaba onun eti miydi?
Garsonu çağırdı, eti gösterdi ve kollarını kanat gibi yaparak, “Vak, vak?” dedi.
Çinli garson soruyu anlamıştı.
“Hayır” anlamında başını salladıktan sonra, doğru yanıtı verdi:
“Hav, hav!”
 
***
Pinti Hamid, kendisini tedavi etmesi için bir tabip çağırtır.
Tabip gelir.
Hastanın hasisliğini bildiğinden 40 kuruş peşin verildiği takdirde muayene edeceğini söyler.
Beklenmedik bir teklifle karşılaşan Pinti Hamid, tabibe: “Yarın gel, cevabını vereyim” der.
Tabip gider.
Pinti Hamid bu defa mahalle imamını getirtir, ona:
-“Ben ölürsem cenazemi kaça kaldırırsın?”
İmam: “20 kuruşa kaldırırım” cevabını verince:
“Böyle ölmek tabibe baktırmaktan daha kârlıdır” düşüncesine muayene olmaktan vazgeçer.
 
***
Zengin bir adam, ölüm döşeğindeydi.
Üç oğlu, yatağının başında, cenaze masrafları tartışmasına girişmişlerdi.
Önce, en büyük oğlu konuştu:
-“Fazla masrafa lüzum yok... 8, 10 araba kiralarız, olur biter...”
-“Canım, kendimiz için iki araba kiralayalım, konu komşu, isteyenler, kendileri araba kiralayıp gelsinler...”
En küçüğü:
-“Bir büyük minibüs kiralayalım, cenazeyi oraya koyar kendimiz de şoför mahallinde gideriz... Hiç masrafa lüzum yok.”
Ölüm döşeğindeki ihtiyar baba, oğullarının söylediklerini, olduğu gibi işitmişti.
Güçbela yatağında doğruldu:
-“Evlatlarım, hiç merak etmeyin... Hele pantolonumu getirin, mezarlığa kadar yürürüm ben, size masraf olmak istemem.”
 
***
Bir kaç defa evlenip boşanmış genç dul, bir evlilik daha yapmıştı.
Aradan iki, üç gün geçince annesine dert yandı:
-“Anne, yeni kocam çok acayip bir adam.. Ne Allah'a ne Cennete, ne de Cehenneme... Hiçbir şeye inanmıyor... Ne yapacağım ben?”
-“Hiç canını sıkma kızım. Hele aradan 15-20 gün geçsin, ondan sonrası kolay... Biz ona Cennet ve Cehennemin ne olduğunu öğretiriz…”
 
***
Mussolini iktidara gelince İtalya'daki sigorta şirketlerinde çalışan bütün Musevi memurlara işten el çektirmişti.
Bu sigorta şirketlerinden birinin Polonya’da Lemberg şehrinde çalışan çok zeki ve çalışkan bir Musevi ajanı vardı.
Sigorta şirketinin müdürü bu Yahudi’nin işine son verilmesini istemiyordu.
Bu işe bir çare arıyordu.
Sonunda aklına bir çözüm yolu geldi.
Ajanı çağırdı ve şu teklifi yaptı:
-“Senin sigorta şirketimizden ayrılmana gönlüm razı olmuyor, papaza gidip dinini değiştirmeye ne dersin?”
Çaresiz gibi görünen ajan, müdür ile kiliseye gittiler.
Müdür durumu anlattı, papaz, ajanı odasına götürdü.
Aradan saatler geçmesine rağmen odadan çıkmadılar ve nihayet çıktıklarında papaz kan-ter içinde kalmış, ajan ise pür neşe kahkahayla güler durumdaydı.
Müdür heyecanla Musevi ajanına sordu:
-“Sizi kutlayabilir miyim, dininiz değişti mi?” Musevi omuz silkerek cevapladı:
-“Benim din değiştirmem olanaksız, fakat büyük bir başarı, bu arada papazı sigorta ettim.”
 
***
Poker partisi iyice kızışmıştı.
Ortada da yüklü para vardı.
Bütün parasını oyuna koyan adam yine kaybedince, birden fenalaştı. Ve ötekilerin “Ne oluyor?” demesine kalmadan, kalpten oluverdi.
Adamın karısına haberi kim verecekti? İçlerinden birini görevlendirdiler:
- “Sen güzel konuşursun. Git, karısına kestirme yoldan anlat olayı.”
O da gidip ölen adamın karısını buldu:
- “Kocanız poker oynarken... Kadın hemen sözünü kesti:
- “Önündeki bütün parayı ortaya koydu değil mi?.
- “Evet efendim.”
- “Sonra da hepsini kaybetti.”
- “Kaybetti, efendim.”
- “Allah onun canını alsın.”
- “Aldı efendim...”
 
***
Olay Osmanlı döneminde geçiyor...
Adamın biri sıkışmış, borçlarını ödeyemiyor. Ne yapacağını şaşırmış...
Bazı ahbapları çareler önermişler:
- “Ayasofya’nın top kandili altında kırk sabah namaz kılarsan borcundan kurtulursun” demişler.
O da ertesi sabah Ayasofya'ya koşmuş... Otuz dokuz sabah, hiç aksatmadan namazını kılmış...
Kırkıncı sabah da, daha ortalık karanlıkken giderken, karşıdan gelen birine çarpmış. Başından külahı düşmüş.
Karanlıkta eğilip almış, Ayasofya’nın top kandilinin altına gidip namazını karanlıkta kılmış.
Namazı bitince oturup Tanrı’nın kendisini borçlardan kurtarmasını beklemeye başlamış.
Camiden çıkanlar yanına uğrar, para bırakır giderlermiş.
Önünde epeyce para toplanmış.
Bu esnada caminin baş kayyumu yanına gelmiş:
- “Kardeşim, demiş, paraları al da git. Allah imanını kabul etsin. Yalnız, sünnet olmadan önce başlığını değiştir. Müslümanların giydiği kavukla sarıktan al...”
Bu sözlerden bir şey anlamayan adam, elini başına götürmüş.
Bir de bakmış, başında bir papaz külahı... Yolda çarpıştığı adam papazmış, karanlıkta külahları değişmişler.
Camiden çıkanlar da papazın Müslüman olup namaz kıldığını zannetmişler, keselerine davranıp “Sünnet akçesi” vermişler.
Bizim ki ellerine göğe kaldırarak:
- “Tanrım, demiş, buna da şükür... Veriyorsun... Veriyorsun ama, adamın başına papaz külahını da giydiriyorsun!...”
 
***
Ölmek üzere olan bir adam, hem arkadaşı, hem de ortağı olan zatı başucuna çağırmıştı:
- “Dinle beni, birazdan öleceğim. Senden af dilemek istiyorum. On sene önce kasadan eksilen beş bin lirayı hatırlıyorsun tabii. O parayı ben almıştım!...”
- “Biliyorum!...”
- “Mağazamızdaki yangını da hatırlıyorsundur. Sigorta şirketinin ödediği zarar, ziyan sana söylediğimden çok fazlaydı. Aradaki farkı kendime alıkoymuştum.”
- “Biliyorum!...”
- “Ne iyisin, dostum. Bir şey daha var. Çoktandır karınla ben...”
- “Biliyorum.”
- “Sen meğer hakiki bir dostmuşsun. Bana kızmadın ya. Nasılsa ölüyorum, bana hakikati söyleyebilirsin.”
- “Boş yere üzülme. Sana neden kızayım? Bütün bunlar yüzünden seni zehirleyen ben değil miyim?”
 
***
Dalkavuğun biri, paşanın evine iftara gidiyordu.
Sokakta bir arkadaşına rastladı.
Adam: “İlle beni de götür” diye yalvarınca:
“Eh, hadi amcamın oğludur derim” diye düşünerek yanına aldı.
Biraz sonra bir başka ahbabı ile karşılaştı. Zengin bir sofrada iftar etmek zevkine o da katılmak isteyince:
“Eh dayımın oğludur derim diyerek onu da peşine taktı.
Biraz sonra ipsiz takımından üçüncü bir tanıdığına rastladı.
Nereye gittiklerini öğrenince, bu da beraber gelmek için yalvarıp yakardı.
Bunun üzerine dalkavuk:
-“Hadi birini amcamın oğlu, ötekini de dayımın oğlu diye yutturacağım. Ya senin için ne diyeyim?” diye sorunca, külhanbeyi:
-“Sen hiç merak etme, paşa beni tanır” dedi.
Böylece cümbür cemaat konağa vardılar. İçeri girip de paşanın karşısına çıktıkları zaman, paşa:
-“Bu ne ulan, peşine taktığın iki hergele yetmiyormuş gibi bu eşşoğlueşşeği de nereden buldun?”
Dalkavuk hemen, külhanbeyine döndü.
-“Sahi be, yalnız seni değil, babanı bile tanıyormuş.”