“Evet belki namuslu insansın… Ama ‘Namuslu bir insanım’ diye övünülür mü? Herkes zaten namuslu olmak zorunda değil midir?”

Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” kitabından…

.

Bizim ülkede çok önceleri pek önemi olmayan bu söz, şimdilerde başköşelerde sergilenebilir nitelikte.

.

“Namus” kavramının hiç anılmadığı günlere gittikçe saplanıyoruz ve biz bunun farkında değiliz.

.

“Mübarek” diye andığımız bu Cuma gününde, Müslümanlığı kimseye kaptırmayan ülkemizde neler oluyor neler?

.

Dini kendisine şiar edinenlerin yaptıklarını görenler, “Dinden çıkmamak için” zorlanıyor adeta.

.

Dini kendisine alet ederek her türlü ahlaksız uygulamalara alet olanları gördükçe insan tiksiniyor.

.

Namusun diğer bir anlamı ise “Emanete sahip çıkmaktır.”

Namus; Yönetmek ve onları daha da çoğaltmak üzere bırakılmış devlet mallarını namus olarak kabul etmek, korumak ve kollamaktır.

Bunlardan vaz geçmek, itina göstermemek, hak ve hukuku gözetmemek “Kul hakkıdır…”

Bu sebeple devlet parasını harcarken, mallarını yönetirken çok dikkatli olunmalı, ahirette verilmeyecek bir hesap içinde olunmamalıdır.

.

İstenen şudur;

“Herkes namuslu olmalıdır…

Namussuzların cezası verilmelidir…”

.

İşte bu konuda adalet devreye giriyor.

Diyanetin yayınladığı Cuma hutbesinde şöyle diyor;

“Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah için adaleti ayakta tutun, adil şahitler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi asla adaletsizliğe sevk etmesin. Adil olun; bu, takvaya daha uygundur. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”  

.

“Biz, kıyamet gününde adalet terazileri kurarız; kimseye hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Yapılanlar, bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu adalet terazisine getiririz. Hesap görücü olarak biz yeteriz.”

.

“Önce Namus ve sonra Adalet isteyen” bir dinin mensupları olarak “Dindar” görünen ve dinimizi sömüren “Dincileri” aramızdan ayıklamalı, hesabını da kıyamet gününde kurulacağını vaat eden Hakk’a bırakmalıyız…

 

DİYANET

Dün gazetelerde bir haber okudum.

Haberde Diyanet görevlileri arasında yapılan anket sonuçları vardı.

Sorulan sorulara cevap veren kişilerin yarısına yakını Diyanete “Özerklik” istemiş.

Bazıları ise Cemaatlere devredilmesi istemiş.

.

Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) ya da kısa adıyla Diyanet, 3 Mart 1924 tarihinde “Şeriyye ve Evkaf Vekaleti” nin yerine kuruldu.

Amacı; “İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” dir.

.

İlk Diyanet İşleri Başkanı, 1 Nisan 1924 tarihinde atanan eski Ankara Müftüsü “Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi” idi.

.

İşte bu kurum içinde çalışanların yüzde 1.7’si “Diyanet’in Cemaatlere bağlanmasını” istemiş.

.

Atatürk Diyanet İşlerini Türkiye’nin laiklik ilkelerine bağlı olmasını istediğinden kurdu.

Din ile Devlet işlerini ayrılması konusu mühimdi.

.

Günümüzde Atatürk’ü eleştirenler Batı ülkelerine özenerek (Fransa’dan) “Laikliğin” getirildiğini ve bünyemize uymadığı konusunu gündeme taşıdılar.

.

Halbuki durum hiç de öyle değildi.

Anlatılanla alakası yoktu.

.

Bakın kimden almışız?

.

Bu alıntı yazı, size gerçeği anlatabilecek mi?

.

“Atatürk laikliği Fransızlardan almıştır” yargısı kökten yanlıştır.

Batı misyonerliğinin bir yargısıdır.

Çünkü Atatürk laikliği Fransızlardan almamıştır.

Selçuklularda Tuğrul Bey’in günümüzden 950 yıl önce 23 Ocak 1058 tarihinde hilafetle saltanatı birbirinden ayırması örneği ile almıştır.

.

1058 yılında Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 60 bin kişilik atlısı ile Bağdat’a girmiştir.

Ve Halife ile aralarında yaptıkları anlaşmaya göre:

“Din işlerinin halife tarafından yürütülmesi fakat din ve devlet işleri ile saltanat işlerine asla Halifenin parmağının sokulmaması gerektiği”  konusunda anlaşmaya varılmıştır.

.

Bu anlaşma üzerine Halife kendi belindeki kılıcını çıkartıp Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in beline takmıştır.

Ve o tarihten sonra Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey kendi veziri ile Halifeyi muhatap etmiş, ondan sonraki görüşmelere karışmamıştır.

.

Selçuklu devletinde halifenin muhatabı vezir olmuştur.

Bu olay dünya üzerinde Fransız devriminden de 750 yıl önce cereyan etmiş.

Hilafet ile saltanatın din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı ilk olaydır. Dolayısıyla laiklik öyle Fransız icadı falan değildir. Katıksız Müslüman Türk icadıdır.

.

Atatürk’ün mecliste yaptığı Nutuk konuşmasının belgeler bölümünde 18 sayfa yer tutan Hilafet tarihini anlatır.

Burada Selçukluların Hilafetle saltanatı ilk kez ayırdıklarını döne döne vurgular.

.

O tarihten sonra Tuğrul Bey’in Hilafetle Saltanatı ayırdığını ve 300 yıla yakın süre boyunca bunun bir aksama olmadan yürütüldüğünü anlatır.

.

Tuğrul Bey öldükten sonra diğer Selçuklu Sultanları tarafından da uygulandığını Atatürk açık açık anlatır.

.

Atatürk devletin yönetiminde inançların değil akıl ve bilimin yürürlükte olmasını da Kutadgu Bilig’den almıştır.”

.

Fransız Devriminden 750 yıl önce uygulanmış olan laikliğin, Cemaatlere vermek isteyenlerin olması insanı şaşırtıyor.

 

 

HANEFİYİZ!

Mezhep tarifi sözlükte şöyle yapılmış;

“Bir dinin çeşitli görüş ayrılıkları nedeniyle ortaya çıkan kollarından her birine verilen isimdir.

Düşünce ekolü olarak da bilinir.

Mezhepler aynı zamanda dini kişilik ve toplumların din algısıdır.”

.

İslam dininde 4 mezhep vardır.

Bunları;

“Hanefi mezhebi: İmam Ebu Hanife’nin adını taşıyan mezhep.

Şafii mezhebi: İmam Şafii’nin adını taşıyan mezhep.

Maliki mezhebi: İmam-ı Malik’nin adını taşıyan mezhep.

Hanbelî mezhebi: İmam Ahmed İbni Hanbel’nin adını taşıyan mezhep” olarak biliriz.

.

Bu ülke toprakları altında yaşayanlar olarak çoğunlukla Hanefi Mezhebindeniz.

.

Sosyal medya hesaplarında Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehre’nin bir kitabından yapılmış alıntı dolaşıp duruyor.

.

1898-1974 yılları arasında yaşamış olan Ebu Zehre, İslâmî değerlere aykırı bulduğu uygulamalara karşı çıkan bir ilim adamı olarak bilinirdi.

.

Ebu Zehre, Hanefi mezhebi ve kurucusu Ebu Hanefi ile ilgili çalışmalarını kitaplaştırmıştı.

 

Zehre, yobaz kesimin Ebu Hanefi’nin sadece katı fetvalarına sarıldığını ileri sürerdi.

.

Mısırlı Zehre’nin kitabında yer alan “Yobazların hiç de hoşuna gitmeyen” fetvalarından bazıları şöyle;

.

* Arap olmayan Müslümanlar anadilleri ile ibadet yapabilirler.

.

* Bir insanının mümin olduğunu ibadeti belirlemez.

.

* Kimin Cennete veya Cehenneme gideceğini Allah’tan başka hiç kimse bilemez.

.

* Beşeri ilişkilerde dindarlık ölçü değildir.

.

* Namaz kıldırıp para almak helal değildir.

.

* Din için toprak gasp etmek meşru değildir.

.

* Evlenme ve eş seçme hakkı kadının kendisine aittir.

.

* Arapça kutsal dil değildir, kutsal olan anlamıdır.

.

* Allah’ın elçileri, Allah’ın kitabına aykırı konuşmazlar.

.

* Kuran’a ve akla aykırı rivayetler (hadisler) kaynağı ne olursa olsun reddedilir.

.

* İslam’da ‘Evliya’ diye bir sınıf yoktur, her mümin Allah’ın dostudur.

.

* Haram para ile hayır olmaz.

.

* Zulüm yapan idareciye hediye verilmez, hediyesi de alınmaz.

.

* İslam akıl ve vahiy dinidir. Aklı olmayanın dini de yoktur…

.

“Bunlar Hanefi Mezhebine aittir” diyor Ebu Zehre.

Ama nedense bize hiç öğretilmez…