BABASI KİM? Bizim Çanakkale’de, Tekel Şarap ve Kanyak Fabrikası vardı.

14-15 yaşındaki gençler bilmez pek.
Çanakkale’nin en güzel üzümleri buraya gelip ekonomiye kazandırılırdı.
Çiftçi bir haftayı geçmez parasını peşin olarak alırdı.
Alan memnun, satan memnundu.
Bu alışverişten Devlet para kazanır, geliri çoğalır ve bizden yüklüce vergi almazdı.
.
Sonra ne oldu?
.
Önce Özal olmak üzere bu iktidar tarafından devletin borçlarını ödemek için “Özelleştirme adı altında” fabrikalar satıldı.
.
Peki devletin borcu bitti mi?
Hayır.
Aksine 3 katına çıktı.
Sizce de bir terslik yok mu bu işin içinde?
.
İşin en garip tarafı ise şu:
Bu işleri yapanlar 20 senedir iktidarda…
.
Şarap fabrikası demişken bir fıkra geldi aklıma:
Şarap fabrikasının emektar çeşnicisi ölür.
Yenisi için ilan verirler.
Derken perişan kılıklı belli ki ayyaş birisi başvurur.
Fabrika müdürü biraz da bu ayyaşı başından savmak düşüncesi ile test için ona bir kadeh şarap verir.
Adam şarabı içer ve:
-“Kırmızı bir Muscatel, 3 yıllık, kuzey yamaçta yetişmiş, çelik varillerde yıllanmış” yanıtını verir.
Müdür şaşkınlıkla;
 -“Doğru”, der.
Bir başka şarabı tattırır.
 -“Kırmızı, Cabarnet, 8 yıllık, güneybatı yamaç mahsulü ve meşe fıçılarda yıllanmış…”
Doğru yanıtı üzerine iyice şaşıran müdür, sekreterinin yanına gider ve ona bir bardak suya biraz idrarından karıştırarak getirmesini söyler ve adama bunu beyaz şarap niyetine içirir.
Adamın yanıtı tereddütsüz şu olur:
-“Sarışın, 26 yaşında, 3 aylık hamile, eğer beni işe almazsanız, babasının kim olduğunu söylerim...”
 
ZENGİN OLMAK
Yatarak zengin olunur mu?
Elbette olunur.
.
Mal, mülk zengini olursun, yatarsın gelir kiralar.
Oh ne ala memleket.
.
Peki, çalışmadan zengin olunur mu?
Elbette olunur.
.
“Peki, sen niye olmadın?” diye soracak olursanız şunu derim:
“Yerdeki parayı almak için eğilmek lazım…”
.
Hadi size bir fıkra daha:
Meksikalı bir köylü, göl kenarında balık tutarken yanına gelen bir Amerikalı iş adamı sormuş;
-“Sen ne yapıyorsun burada?
-“Balık tutuyorum.”
-“Neden daha büyük işler yapmıyorsun? Mesela bir iş kurmuyorsun, tuttuğun balıklar çok lezzetli, küçük bir işyeri kurabilirsin.”
-“İş kurduktan sonra ne olacak?”
-“Para kazanırsın, zamanla işleri büyütürsün. Yanında birçok insan çalışır. İhracat yaparsın. Hatta New York’ta ofis tutarsın.”
-“Sonra?”
-“Çok zengin olursun! Aklın alamayacağı kadar para kazanırsın.”
-“Sonra?”
-“Dergilere çıkarsın, ödüller alırsın iyi bir işadamı olarak.”
-“Daha sonra?”
-“Yaşlanınca da emekli olup, Meksika’da göl kenarında bir ev alıp, balık tutarak hayatını yaşarsın…”
Meksikalı cevap vermiş;
-“Ben zaten onu yapıyorum, göl kenarında balık tutuyorum. Huzuru yakalamak için bu kadar eziyete ve zahmete ne gerek var, o zaten bizim yanımızda sadece kafamızı kumdan çıkartıp bakmamız yeterli.”
 
SANTANA
1989 yılında İstanbul’a ilk kez gelen dünyaca ünlü Meksikalı Gitarist Carlos Santana’ya organizatörler ertesi gün düzenlenecek akşam konserinden önce İstanbul’u bir gezdirelim demişler.
.
Sultanahmet, Ayasofya, derken Santana hem dinlensin hem de Türk kahvesi içsin diye bir çay bahçesine otururlar…
.
Ancak o kadar gezmelerine rağmen Santana’yı kimse tanımaz.
Ne bir resim isteyen vardır, ne de bir imza.
Gerçi Santana bu durumdan memnun, çünkü böyle kompleksleri yokmuş.
Nitekim kahvelerini içerken bir anda ayakkabı boyacısı çocuklar dillerinin döndüğünce İngilizce bağırmaya başlamışlar:
“Hey! Hello Santana! Welcome İstanbul. I love you Santana!”
.
Çay bahçesindeki görevliler:
“Kesin bağırmayı, müşterileri rahatsız etmeyin” diye çocukları tersleyip susturmaya çalışmışlar.
Santana ise rehberine, “Çocukları içeri alın, konuşmak istiyorum.” demiş.
Rehber hemen garsona durumu anlatmış ve bir şekilde çocukları içeri aldırmış.
.
Çocuklar çay bahçesine girer girmez hemen Santana’nın yanında almışlar soluğu. Rehber başlamış konuşmaları çevirmeye.
Ve sohbet başlamış:
-“Kimse tanımadı beni siz nasıl tanıdınız?” diye sormuş Santana.
Boyacı çocuklar cevaplamış:
“Gazetede gördük seni, dünya yıldızı Carlos Santana İstanbul’a geliyor yazıyordu…”
.
Santana çok mutlu olmuş.
Hemen çocuklara gazoz ısmarlamış.
Ayakkabılarını boyatmış.
Carlos Santana para vermek istemiş ama çocuklar almamış.
Bunun üzerine Santana;
“Peki, o zaman yarın konserim var gelmek ister misiniz?” demiş.
Çocuklar: “Geliriz demişler…”
Rehberden davetiyeleri alıp mutluluktan deliye dönmüş şekilde çay bahçesinden çıkıp gitmişler.
.
Ertesi gün konser alanında büyük bir kalabalık varmış.
Boyacı çocuklar davetiyelerle gelmişler konser alanına ancak içeriye girememişler.
.
Çünkü Santana onlara “VIP bilet” vermiş bu boyacı çocuklara.
Görevliler, “Kimden çaldınız bunları?” diye sorgulayıp, tartaklayarak ellerinden davetiyeleri alıp çocukları kovmuşlar…
.
Ama çocuklar hemen pes etmemiş tabi. Haklarına sahip çıkmak için bir şekilde kulisin girişini bulmuşlar.
.
“Santana! Santana!” diye bağırınca rehberin durumdan haberi olmuş ve çocukları Santana’nın yanına getirmiş.
.
Çocuklar ağlayarak durumu anlatınca Santana çok sinirlenmiş ve:
“Misafirlerimi hemen yerlerine oturtun” diyerek talimat vermiş.
.
Boyacı çocuklar rehberle beraber sahne kenarındaki yerlerine oturmak için geldiklerinde bir de ne görsünler;
“Yerleri dolu…”
.
O dönemin üst düzey bürokratlarının kızları, belediyeden falancanın bacanağı, eltisi vesaire oturuyor çocukların yerlerinde.
Ve “Biz protokolüz kalkmayız” diye de ısrar ediyorlar.
.
Görevliler ne yapacaklarını bilemiyor.
Dakikalar geçiyor, ıslıklar artıyor konser bir türlü başlamıyor.
.
Rehber durumu Santana’ya bildirmiş.
Santana duydukları karşısında çok sinirleniyor ve:
-“Git onlara söyle benim misafirlerime kimse saygısızlık edemez. Sahneye çıktığımda çocukları en önde görmezsem tek bir nota çalmam, olayı anlatır çeker giderim. Tazminat falan da umurumda değil, bedeli ne olursa olsun öderim.” diyor.
.
Görevliler “Yapacak bir şey yok” diyerek bir şekilde en ön sıradaki misafirleri kaldırmışlar.
Sonunda çocuklar yerlerine oturmuş.
Santana sahneye çıkmış ve ilk olarak ön taraftaki misafirlerine bakmış.
Çocukları koltuklarda görünce epey mutlu olmuş ve onlara başparmağı ile bir “O.K.” çektikten sonra ellerini gitarına götürmüş ve konsere başlamış.
 
HALA AYNI
Usûl El-Hikem fî Nizâm El-Âlem, Osmanlı âlimi Hasan Kâfî el-Akhisârî’nin ünlü “Siyaset konulu” eseri.
Bir tür siyasetname veya ıslahatnâme olarak tanımlanabilecek Usûl el-Hikem, 1596 yılında yazarın dünya düzeninde (âlemin nizâmında) bozulma olarak yorumladığı, çağına dair sorunlar hakkında yazılmış bir eserdir.
.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk matbaayı kuran Macar asıllı İbrahim Müteferrika da yine aynı ad ile bir kitap yazmış.
Günümüzden 400 Yıl önce yazdığı bu kitabında, İmparatorluğun gerilemesinin 8 nedenini sıralamış…
.
Bu kadar geçen zamana rağmen hala bundan ders almayan var mıdır acaba?
Etrafa biraz bakmak lazım…
.
İşte o maddeler:
1. Kanunları uygulamamak.
2. Adaletsizlik.
3. Devlet işlerinin ehliyetsiz ellere düşmesi.
4. Bilim adamlarının fikirlerine tahammülsüzlük.
5. Modern askeri teknolojide bilgisizlik
6. Orduda disiplinsizlik.
7. Devlet servetini kötüye kullanma ve rüşvet.
8. Dış dünyadan habersizlik.
 
DOĞRUYA DOĞRU
Erdoğan, “Sorun ekonomik değil, psikolojik” dedi.
Vallahi doğru söylüyor.
Hepimiz “Psikopat” olduk...