Zamanın birinde bir medrese varmış.

Zamanın birinde bir medrese varmış.
Bu medresede avam (halk) lisanı ile konuşmak yasakmış, konuşanlara ceza verirlermiş.
Bir gün talebeler, hocaları ile birlikte bir mesire yerine teferrüce (pikniğe) gitmişler.
Hoca talebelerden birisinin “su içtim” dediğini işitmiş.
Talebeye kızgın bir şekilde:
-“Size kaç defâ lisân-ı avâm ile ifâde-i merâm eylemeyeceksünüz dedüm. İmdi şöyle demelüydün; 'Bir kadeh-i lebrîz-i hoş-güvârı nûş ile teskîn-i âteş-i dil-figâr ve iktisâb-ı ferâh-ı bî-şümâr eyledim.” Diyerek talebeyi bir güzel fırçalayan hoca bir daha böyle konuşması durumunda cezasının falaka olacağını da ifade etmiş.
Bir müddet sonra hoca, geçmiş mangalın başına.
Bu esnada bir kıvılcım sıçramış hocanın kavuğuna.
Biraz önce haşlanan talebe görmüş vaziyeti.
Koşmuş hocanın yanına telaş içinde, söyleyememiş “Kavuk yanıyor!” diye, başlamış söze havas lisanı ile:
-“Ey hâce-i bî-misâl ve ey üstâd-ı zî-kemâl bu şâkird-i pür-kelâl size şu vech ile arz-ı hâl eyler ki; bir şerâre-i cevvâl, bî hikmet'il-müteâl, nâr-ı mangaldan pür-tâb ile ser-i âlînizdeki kavuğu iş'âl eylemiştir!” demiş.
Lâkin deyinceye kadar da kavuk yanmıştır.
 
***
Avcı Sultan Mehmet bir gün adamlarıyla beraber akşama kadar bir keklik bile vuramaz.
Bunun sebebini de, sabahleyin gördüğü bir dervişin uğursuzluğuna bağlar.
Solaklara seslenir.
Saraydan çıkarken, şu tipte, sivri külahlı, sırtı kambur birinin önünden geçtiğini söyler ve hemen bu adamı bulmaları emrini verir.
Tarife göre Bektaşi babalarından ayyaş Hamza Babayı yaka paça huzura getirirler.
Sultan:
-“Bre uğursuz, nabekâr! Bugün sabahleyin karşıma çıktın. Bu yüzden akşama kadar bir ava rastlayamadım. Bu ne uğursuzluktur? Vurun kellesini...”
Bektaşi bakar ki kelle elden gidiyor.
Son bir dileğini açıklamak için söz alır:
-“A devletlim siz beni gördünüz bir keklik vuramadınız. Ama insaf ediniz, benim de bugün ilk gördüğüm sizdiniz ve kellemi kaybediyorum. Söyleyin, uğursuzluk hangimizde!"
 
***
Osmanlı Devleti döneminde her paşa ve padişah için, memleketinde herkesin istifadesine açık bir hayır kurumu yapıp ahirete öyle gitme, en büyük ideal idi.
Bu sebeple, fethedilen yerlerde her biri bir cami, bir külliye veya bir hastane yapıp gitti.
Ecdadımız, kendi devirlerinin kültürünün gerektirdiği müesseseleri kurdular. İnsan nerde neyi tahsil ederse etsin ama Rabbiyle her zaman irtibatlı olsun diye camisiz yer bırakmadılar.
İşte bu düşünce Kanuni de Süleymaniye Camii’ni yaptırdı.
Ancak o, yaptıracağı eserin yalnız kendi defterine kaydolmasını arzu ediyor ve Rabbi’ne böyle bir armağan takdim etmek istiyordu.
Onun için, ustalara sıkı sıkıya tembihatta bulunuyor ve “Kimseden yardım kabul etmeyin” diyordu.
Cami duvarları her gün yükseledursun, karşıdan bu camii mahzun mahzun seyreden bir nine vardı. İnekleriyle baş başa, onların sütüyle geçinen bu yaşlı kadın, inkisar içinde kendi kendine, “Ey Allah’ım, Kanunî’ye servet verdin, mal-mülk verdin, Senin uğrunda bir cami yaptırıyor. Bu fakir kuluna bir şey vermedin; ne yapayım da, ben de Senin rızanı kazanayım. Benim elimden böyle işler gelmez. Elimden gelen, ustalara bir tas yoğurt ikram etmektir.” der ve ustalara müracaat eder.
Onlar, padişahın izni olmadığını söylerlerse de, kadının ısrarına dayanamayıp, yoğurdu alıp yerler.
Büyük hükümdar, o gece rüyada, yaptığı işin mizanda tartıldığını görür.
Terazinin bir kefesine Süleymaniye Camii, diğerine ise bir tas yoğurt konulmuş ve yoğurt, camiden ağır basmıştır.
Sabah olur; Kanunî, ayakları titreye titreye ustaların yanına gelir:
-“Ne yaptınız, kimden ne aldınız?” diye sorar.
-“Yaşlı bir nine geldi; çok ısrar etti; yalvarıp yakarmalarına dayanamadık ve bir tas yoğurt aldık.” derler.
İşte, Süleymaniye’ye ağır basan yaşlı kadının o bir tas yoğurdudur.