Bugün (dün) okullar açıldı. “Mini mini birler” büyük heyecanla okullarına gittiler. Okul önleri şimdi çocuk sesleriyle cıvıl cıvıl çalkalanıyordur.

Ne güzel.
Okumak, okumak, okumak…
.
Tabi siz bakmayın benim bol keseden attığıma.
İlk yıllarda değil ama ileriki yıllarda okula gitmemek için ne bahaneler uydurduğumu hatırlıyorum.
.
Az mı karnım ağrımadı, yaşım döndü, dişim ağrıdı filan.
.
İşin ters tarafı, okula gittiğimde de gelmek bilmezdim.
Belki de “Okulu en son terk eden bendim” desem yeridir.
.
Okumaktan çok oynamaya giderdik.
.
Ama ne oyun?
İki kişi arkadaşımızı kollarından tutup yerde sürüklerdik, “Kayak yaptırıyoruz” diye.
Düğmeler kopar, önlüğü yırtılır veya toz içinde kalırdı.
.
O resim bende hala duruyor, çocuğun önlüğündeki düğmelerin hepsi başka renkteydi. (Tabi fotoğraf renkli değil, düğmelerin rengi gri tonlarından anlaşılıyor)
.
Teneffüs sonrası son saniyede sınıfa girdiğimizde kan-ter içinde olurduk.
Öğretmenimiz bizi biraz azarladıktan sonra lavaboya yollardı temizlenmemiz için.
Döndüğümüzde nasihat üzerine nasihat.
Tabi dinleyen kim?
Ertesi teneffüs yine aynı…
.
Müsamerelerde rol almayı çok severdim.
Hep öndeydim.
Boyum o zamandan azıcık uzun olduğundan “Ront” yaparken hep arkalara düşerdim.
Pek sevmezdim ama katlanırdım mecburen.
(Müsamere, Ront kelimeleri yeni nesil takipçilerim için anlaşılmaz gelebilir.
Müsamere, “İçinde şarkı, şiir ve oyunların yer aldığı gösteri bütünü”,
Ront ise, “Halka şeklinde dönerek yapılan müzikli oyun veya dans” anlamında.)
.
Piyeslerin (sahne için yazılmış oyunlar) ise vaz geçilmez oyuncusuydum.
Şimdiki tiyatro aşkımın oradan başladığını bilirim.
.
Bir keresinde Kurtuluş Savaşı’nı canlandırıyoruz.
Ben ve birkaç arkadaşım savaşta yaralanmışız ve sahneye dik bir konumda hastanede yatıyoruz.
.
Tüm çocuklar yataklarından doğrulup sırayla sayıklıyor ve o günleri anlatıyor.
.
Sıra bana geldi.
.
Sayıklar vaziyette yerimden doğrulup tam karşımda duran salonun giriş kapısına bakarken, “Atam! Atam! Sarı saçlı, mavi gözlü güzel Atam! Sen mi geldin? Hoş geldin! İşte bak! Yanıma geliyorsun! Gel! Gel! Gel!” diyerek yürekten bir tirat attım.
.
Salonda bulunan valiler ve seyircilerin hepsi kapıya doğru baktı.
.
Oyunun sonunda Müdür Bey bana “Aferin evladım, sen de yetenek var” demişti.
Dedi de,
Kıymetimiz 50 sene sonra anlaşıldı.
.
İki tane ablam vardı.
Onlar okula giderken peşlerinden gitmek için, kızıp ağlardım:
“Ben de gideceğim” diye.
(Her ablası veya ağabeyi okula giden çocuk gibi)
.
6 yaşımdayken o kadar çok tutturmuşum ki Babam artık dayanamayıp okula götürmüş beni: “Alın bunu, evde tutamıyoruz bunu” diye. (O vakitler okula başlama yaşı 7’ydi)
Müdür de “Kayıt yapmadan alalım çocuğu, seneye tekrar okur” demiş ve almışlardı okula.
.
Ben o sene başarılı olunca (artık nasıl olduysam?) ikinci sınıftan devam ettim okumaya…
.
Memur çocuğu olmanın avantajı ve dezavantajı vardır.
Babanın tayini çıktıkça çok yer gezip görürsün.
Çeşitli kültürlerle beraber yaşarsın.
Dünya görüşün artar.
.
Bir yandan da okulun sürekli değiştiğinden yeni sınıfına adapte olmaya çalışırsın.
Zira o sınıftakilerin çoğu birinci sınıftan beri beraberdirler ve sen sonradan aralarına girerek kendini kabul ettirmek zorunda kalıyorsun.
.
Hele 15 tatil arada geldiysen sınıfa?
Yandın demektir.
Birbirine iyice kaynaşmış çocukların arasına kabul sürecin oldukça sıkıntılı olurdu.
.
Gerçekten zor bir durum.
.
Belki de çenemin kuvvetli olması buna bağlıdır.
Doğuştan mı?
Yoksa sonradan mı?
Bilemedim.
.
Öğretmenin sizi elinden tutarak,
“Bu arkadaşınız sınıfımıza yeni geldi. Artık sizlerle beraber okuyacak” deyip sunduğunda, o an sınıfın tepkisi çok önemliydi.
.
“Hoş geldin” şeklinde bir karşılamaya içinizden “Oh be yırttık!” derdiniz.
Veya “Bu nereden çıktı şimdi” şeklindeki soru cümlesi ile karşılamayla, sizi zor günlerin beklediğini anlardınız.
.
Ah! O günler ah!
.
İlkokul, ortaokul…
Sonra hayatımın en güzel okul yıllarını yaşadığım meslek lisesi…
.
Sonra da yüksekokul.
.
İlk girdiğimde Sanat Okulu’ydu ismi.
Sonra Meslek Lisesi oldu.
.
Sabahtan atölye olduğu zamanlar eve yemeğe geldiğimde kurt gibi acıkmış olurdum.
Annem “Ekmek al oğlum!” dediğinde koşarak gider, o saatte bakkala yeni gelmiş taze ekmeğin bir tanesini yolda yerdim.
.
Ne günlerdi be!
.
Yüksek okuldayken tam 12 Eylül öncesiydi.
Siz tahmin edin artık ortamı.
.
“Militan” değildik tabi.
Çok fanatiklik te yapmadık.
Zaten Çanakkale’de pek ciddi vakalar yaşanmadı.
.
Ama biz, yine de ortama uygun kıyafetler olan kot pantolon, askeri gocuk giymedik te değil.
Elimizden birinciyi düşürmedik.
Dedim ya,
Ortam meselesi.
“Hak, hukuk, adalet...”
Tek derdimiz buydu.
.
Vurma, kırma işimiz değildi haliyle.
Biz sosyal (!) yapının sakin kısmındandık.
Daha çok “Polemiklerle” geçiştirirdik düşünce karşıtlığını.
.
O yıllarımızda hemen hemen tüm yurtta sokaklarda silahlar patlar, kardeş kardeşi vururdu düşünce ayrılığından.
.
Kardeşçe, dostça yaşamak varken, kavga gürültü modaydı sanki...
.
12 Eylül’de içeride yatmış biri anlatıyor:
“12 Eylül öncesi birbirini gördüğünde ölümüne dövüşen sağcısıyla, solcusuyla herkesi, aynı koğuşa tıktılar.
Ama orada hiç kavga olmadı…”
.
“Koskoca Türkiye’ye sığamayan bizler, küçücük koğuşa sığmıştık…”
.
Şimdi aynı terane;
“Zillet İttifakı!”
“Bunlar terörist”
“Bunlar HDP’li”
“Bunlar vatan haini”
.
Vay be!
Yöntem aynı,
Söylem değişik…
.
Amaç?
“Böl, parçala, yönet…”
Dedim ya, yöntem aynı…
.
“Öğrencilik anıları, askerlik anıları, yurt anıları, gurbet anıları, seyahat anıları” anlatmakla bitmez derler.
.
İnşallah bu anılarımı sırası geldiğinde sizlerle paylaşırım.
.
Neyse.
Ben buradan,
“2022-2023 Eğitim ve Öğretim Yılı için başta öğretmenlerimiz olmak üzere tüm öğrencilere başarılar diliyorum.”
.
Bize emek veren tüm öğretmenlerimin vefat edenlerine “Allah’tan gani gani rahmet” diliyor, sağ olanlarının da ellerinden öpüyorum.
Bizi bu günlere yetiştirip getirenlerden Allah razı olsun…
 
***
KIRK YILLIK KANİ
Gelelim asıl konuya.
Konu: Sardalye.
(Sardalye diye yazdığıma bakmayın, aslında “Sardalya” yazıyorum ama Word yazdığımı “Sardalye” diye düzeltiyor. Ben de inatlaşmayı bıraktım, Sardalye yazmaya başladım. “Kırk yıllık Kani, olur mu Yani?”)
.
Her sene daha tam yağlanmadığı haziran ayında yemeğe beşladığımız sardalyeyi nihayet geçtiğimiz hafta sonu yedik.
.
Kilosuna 60 lira saydığımız sardalye tam da “Mangal söndüren” kıvamına gelmiş.
.
Elbette Saroz’da tutulana henüz denk gelmedik ama yapacak bir şey yok “Babakale’den tutulanla idare ettik.”
.
Üzerinde pullar olmayınca, “Bütün yünleri kırkılmış çıplak koyun” gibi önümde duran sardalyeyi alıp almamakta tereddüt etim.
.
Öyle ya, misafirim gelecek ti ve ben onlara şahane sardalye sözü vermiştim.
.
Ama balıkçımın “Korkma ağabey, Saroz’unkinden çok farkı yok” demesiyle irili ufaklı balığı aldım.
.
Nihayetinde bu sene ilk defa sardalye yedik.
Mangal da söndü.
Misafirler beğendi, herkes mutlu oldu.
.
Ama 60 lira kilo fiyatı pahalıydı elbet.
Yasak öncesi 150 liralık kilo fiyatıyla “Kendisini Lüfer zanneden” sardalye, biraz yüksek olsa da alınabilir zorlama fiyatıyla tezgâhlarda yerini aldı.
.
Tavsiyem,
Mangalınız varsa mangalda,
Yoksa,
Domatesli, soğanlı olarak fırında yapmanızı tavsiye ederim.
Bu balığı kaçırmayın.
 
***
KANİNİN HİKAYESİ
Yeri gelmişken şu deyimin hikâyesini de yazıvereyim.
Zamanın birinde Kâni adında bir adam yaşamış. Bu gariban, bir Rum kızına âşık olmuş. Öyle ki, ne başında akıl, ne elinde iş kalmış. Bir divane, bir mecnun olup çıkmış. Bir gün Rum dilberin yoluna çıkıp “evlen benimle” deyivermiş.
Rum kızı pek açıkgözmüş:
“Benim bir Müslüman ile evlenmem mümkün değil. Babam, kardeşlerim öldürürler beni. Ama çok istiyorsan gel sen Hristiyan ol, ondan sonra evlenelim. Nasıl olsa senin korkacak kimin kimsen yok!” demiş.
Kâni düşünmüş taşınmış bakmış ki, başka bir hâl çaresi yok; kabul etmiş kızın teklifini.
Kızın akrabaları Kâni’yi tuttukları gibi, kiliseye götürmüşler. Beyaz bir çarşafın içine koyup, uçlarından tutarak sallamaya başlamışlar. Bir yandan da şöyle bağırıyorlarmış.
“Eski Kâni, oldu Yani! Eski Kâni, oldu Yani! Eski Kâni, oldu Yani!”
Böyle böyle kırk kere sallamışlar sonra da indirip: “Tamamdir vre! Sen artik Yani oldun. Vaftiz tamamdır !” demişler.
Bu tuhaf iş, Kâni’nin çok zoruna gitmiş. Bir anda Rum dilbere duyduğu aşkı, sevdayı unutuvermiş. Kendisini çarşafa dolayıp sallayan papazlara ve kızın ağabeylerine hışımla dönüp:
“Haydin be! Haydin işinize! Kırk yıllık Kâni hiç olur mu Yani?’ demiş ve bu sevdadan vazgeçmiş.