.

Son günlerde Rusya ile olan yakınlığımızı fırsat bilerek sizlere Rus fıkraları yazmak istedim.
Ancak siz bu fıkraları okuyana kadar Rusya’yı terk edip, Amerika’ya yanaşmış olabiliriz.
Hiç sorun değil,
O zaman da Amerikan fıkraları yazarım…
 
***
Rusya'da sosyalizm ilkelerinin katı bir biçimde uygulandığı yıllar... Bir toplantıda parti üyesi hatip, Rusya'daki sosyal, ekonomik ve askerî seviyenin durmadan yükseldiği hakkında nutuk attıktan sonra sual sormak isteyenlere cevap vereceğini söyler.
Dinleyiciler arasından ufak tefek bir Yahudi ayağa kalkar, soru sormak için müsaade ister:
Hatip sorar:
-“İsminiz?”
-“Salamon.”
-“Sizi dinliyorum yoldaş.”
-“Bize her şeyin mükemmel olduğunu söylüyorsunuz. Peki ama niçin et yok?”
-“Yoldaş çok güç bir sual sordunuz, gelecek konuşmamda cevap veririm.”
Birkaç gün sonraki toplantıda aynı hatip kürsüye çıkmış, konuşuyor. Konferans sonrasında sual sorulmasını istemiş. Yine ufak tefek bir Yahudi ayağa kalkıp soru için müsaade istemiş:
Hatip:
-“İsminiz?”
-“Yasef.”
-“Herhalde niçin et bulunmadığını soracaksınız?”
-“Hayır Salamon’un nerede olduğunu soracaktım...”
 
***
Rusya'da Perestroyka ve Glasnost öncesi dönemde seçim yapılıyordu.
Adamın biri eline verilen zarfı açmak isteyince görevli sandık başı memuru atıldı:
-“Hey ne yapıyorsun?”
-“Bir şey yaptığım yok. Sadece kimi seçtiğimizi bilmek istedim de...”
Memur gülerek başını salladı:
-“Olmaz öyle şey. Seçimin gizli olduğunu bilmiyor musun?”
 
***
Rusya eski devlet başkanlarından Brejnev yoksul bir ailenin çocuğuymuş. Yüksele yüksele devlet başkanlığı makamına gelmiş.
Bir gün annesini başkent Moskova'ya çağırmış. Kremlin Sarayı'nı dolaştırmış ve:
-“İşte anneciğim, şimdi artık ben buralarda oturuyorum.”
Annesi hiç sesini çıkarmadan üzgün halde başını sallamış: “Vah vah oğluma...”
Brejnev içinden: “Annem burayı beğenmedi” deyip, alıp onu dağ evine götürmüş.
Bir dağın tepesinde karlar içinde nefis bir saray yavrusu...
-“Bak anne burası da benim...”
 Yaşlı kadın yine içini çekerek: “Vah vah oğluma...” demiş.
Brejnev annesinin bu haline bir anlam verememiş ve biraz bozulmuş. Annesini alıp Karadeniz kıyısındaki yazlık köşküne götürmüş:
-“Bak anne burası da benim yazlık sarayım.”
-“Vah vah oğluma, çok acıyorum sana...”
Brejnev bu sefer iyice kızmış:
-“Ne oluyor sana anne? Benim bu halime sevineceğine üzülüp ‘vah vah’ diyorsun. Neden?”
Kadıncağız yine üzgün:
-“Ben üzülmeyeyim de, kim üzülsün oğlum... Bir gün komünistler gelirse, ne olacak senin bu halin?”
 
***
CIA, Rusya’da nükleer araştırma merkezleri olan bir kasabaya casus yerleştirecekmiş.
Ama tıpkı bir Rus gibi casus olması istenmiş.
Önce Amerika’da, Rusya’daki kasabanın bir benzeri yapılmış, yüzlerce kişi arasından seçilen casus adayı, yıllarca bu yapma kasabada yaşamış... Rusça’yı o bölgenin lehçesiyle öğrenmiş... “Ruslar ne yer, nasıl içer, nasıl şakalaşır, nasıl kızar?” hepsi en ufak ayrıntısına kadar öğretilmiş ve zamanı, gelince bir imtihandan geçirilip, uçakla Rusya’daki gerçek kasabanın çevresine atılmış.
Amerikalı casus, kasabaya adımını atar atmaz, eliyle koymuş gibi meyhaneyi bulmuş, dalmış içeri, herkesi Rus usulü selamlamış ve meyhaneciye votka söylemiş...
Meyhanede de fazla kişi yokmuş, biraz sonra ondan başka kimse kalmamış... Meyhaneciyle oradan, buradan, sağdan soldan konuşmaya başlamışlar, vakit geçmiş, meyhaneci casusun omuzuna elini atmış!
-“Haydi Joe, kalkıp karakola gidelim, seni teslim edeyim.”
Amerikan casus şaşırmış, ama bakmış kurtuluş yok, kaçamayacak, yola çıkmışlar...
Amerikalı dayanamamış, sormuş:
-“Çok merak ediyorum, benim Amerikalı olduğumu nasıl anladın? O kadar güzel Ruslaşmıştım ki!”
Meyhaneci gülmüş:
-“Her şeyin tamam olmasına tamam da, bizim buralarda hiç zenci Rus bulunmaz…”
 
***
Ünlü ressamlarımızdan İbrahim Çallı, yaşadığı dönemde kimilerince beğenilir, kimilerince de beğenilmezmiş... Eşref Şefik de fırsat buldukça yarı şaka yarı ciddi İbrahim Çallı'ya takılırmış.
Bir gün İbrahim Çallı resim yeteneği konusunda kendi kendini överken Eşref Şefik dayanamamış: -“Yahu Çallı” demiş, “bir boğaz manzarası yaptın Ruslar boğazları almaktan vazgeçti kardeşim, hâlâ ne konuşuyorsun...”