Osmanlı zamanında öylesine adetler varmış ki,


Osmanlı zamanında öylesine adetler varmış ki,
İnsan duydukça şaşırıyor.
Misal:
“Türk kabile” âdeti varmış.
Buna göre:
“Hıdrellez günü aşiret reisinin evi yağmaya açılırmış…”
.
“Nasıl yani?” diye sormayın.
Bildiğiniz “Yağmalama…”
.
Şöyle uygulanırmış:
Bey ile hanımı yanlarına hiçbir şey almadan evlerinden çıkarlar ve arkalarından aşiret mensupları hücum edip evi yağmalarlarmış...
.
Buna o devirde:
“Bey evinin açılması” denirmiş.
.
Zamanın padişahı Osman Gazi, yılda bir gün evini “Yağmalamaya” açarmış...
.
Bu âdetin günümüze kadar geldiği aşikâr.
Ancak yağmalamaya açılan Bey’in evi değil,
“Memleketin ta kendisi…”
 
***
Kahve içmek Türk insanının ayrıcalığı.
Sabahları veya öğleden sonra yemeklerden sonra içilen kahvenin keyfine diyecek yok.
.
Odun ateşinde yapılan köpüklüsü meşhurdur.
.
Yanında gelen suyun ise elbette özelliği var.
Kimi zaman boğaz temizlemek için önceden içilirse de,
Bazıları sonradan içilen suyun, damağa ayrı bir lezzet verdiğini söyler.
.
Ancak Osmanlı zamanındaki âdeti başkaymış.
.
İnsanlığın daha zarif, daha güzel olduğu yıllarda ince düşünceli olduğumuz apaçık.
.
Şimdiyle kıyaslamak mümkün değil.
.
İşte bu incelik, içilen kahve yanında getirilen suya bile yansımış.
.
O zamanlarda misafir:
İkram edilen kahvenin yanında gelen suyu içerse “Aç olduğu” anlaşılır ve onun için yemek hazırlanırmış…
Eğer su içmeden sadece kahveyi içerse “Tok olduğu” anlaşılırmış...
.
Günümüzde kimsenin gözünü kolay kolay doyuramadığımızdan,
Kahve yanında bidonla su getirseniz hepsini içer de yine yetmez…
Zira:
Milletin ruhu aç…
 
***
Osmanlı döneminde çok güzel bir adet varmış:
“Sadaka taşları…”
.
Bu dönemde uygulanan geleneklerden belki de en incesi.
Sadaka taşları, taş bloklardan oluşan, genellikle cami veya türbe köşelerinde bulunan, ortası çukur, bir metre yüksekliğinde taşlarmış.
Bu taşlar:
Osmanlı’da sosyal dayanışmanın bir parçası olup ve fakirlerin umut kapısıymış.
.
“Sadaka, ihtiyacı olana verilir” şeklindeki gelenekten ötürü:
Zenginler elindeki parayı bu taşın içine sokarak bırakır,
Fakirler de elini içine sokarak alırmış.
.
Kısaca:
Kimin aldığı, kimin para bıraktığı belli olmadığından sadaka yardımlaşması hedefine varırmış.
.
Güzel bir adet.
Ancak “Günümüzde olsaydı” diye düşündüm ve birden irkildim.
Sebebi:
“Sadaka taşını çalarlardı…”
.
Şair Eşref’in meşhur dizesi hala akıllardadır:
Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için,
Gelmesin reddeylerim billâh öz kardaşımı,
Gözlerim ebnâ-yı âdemden o rütbe yıldı ki (Gözlerim insanoğlundan öyle bir yıldı ki)
İstemem ben Fâtiha tek çalmasınlar taşımı...
.
Mezar taşının çalınmasından korkan Eşref’in isteği ne yazık ki olmamış ve iki defa mezar taşı çalınmış.
.
Hani diyorum:
“Mezartaşı çalan bir millet, sadaka taşını haliyle götürür.”
Günümüzde ise;
Deveyi Havuduyla götürüyorlar da kimsenin “Gıkı” çıkmıyor.
O kadar alıştık hırsızlara, hırsızlıklara…
.
Abdullah Çağan bunlara öylesine kızmış ki.
Şu dizeleriyle anlatmış derdini:
.
Bir soğan soyulurken yaşarıyor da gözler,
Vatandaş soyulurken aldırmıyor öküzler!
Hayâdan eser yoktur nafile bütün sözler,
Beyhude inat etme hemen salla başını,
Dilini tut, uslu dur, zıkkımlan maaşını.
.
Devrinde söylediği bu sözler, Şair Eşref’in dediği gibidir:
“Numarasız gözlük gibidir, kim isterse ona uyar…”