Oldum olası teknolojiye karşıyımdır. Zaten kafam da pek basmıyor.

Sırf evdeki yaşlı annem ulaşsın diyerek aldığım cep telefonumu, sadece açmasını ve kapamasını biliyorum.

Ara sıra bizim ocakçının yüklediği oyunları oynuyorum gerisi hikâye.

Sosyal hesapmış, banka şeysiymiş anlamam.

“Bununla dünyaya ulaşırsın, alışveriş yaparsın” şeklinde bana anlatılan yararları konusuna uzağım.

.

Zaten ben gariban biriyim.

Bankada hesabım yok, elde avuçta yok.

Telefon faturasını bile zor ödüyorum.

Kahvenin interneti olmasa o da yok zaten.

.

Geçtiğimiz günlerde sabah kalktığımda telefonum açılmadı.

Denedim, denedim olmadı.

Kahveyi açtıktan sonra bizim oradaki telefoncuya gittim;

“Bakıver şuna Davut ağabey” dedim.

Adam baktı, açmaya çalıştı ama nafile, “Buna su filan kaçmadı değil mi?” dedi.

“Ne suyu Davut ağabey, cebimden başka yere koymam onu.”

“O halde bende kalsın bu, akşama uğrarsın” dedi.

.

Akşam olunca kahveyi ocakçıya bıraktım ve gittim telefoncuya.

“Ne oldu bizim telefon Davut ağabey” dedim.

“Ne olacak, emekli olmuş” dedi.

“Nasıl yani?”

“Nasıl olacak, ömrü bitmiş. Bunu çöpe atsan o bile kabul etmez” dedi.

“Derdi neymiş ki acaba?” diye sordum;

“Bunlar böyle işte. Yenisine sağlık” dedi.

.

Eyvah ne olacak şimdi.

Yenisini alacak param yok.

Cepte yok, cepkende yok.

.

Davut ağabeydeki telefonlara baktım.

“Kaça bunlar?” dedim çekinerek.

“Kolay yeğenim, sen beğen yeterki…”

Yahu bu karpuz değil ki bakıp beğeneyim.

“Davut ağabey sen bana uygun fiyatlı bir tane ver işte. Ama param yok ona göre” dedim.

Bana telefonların özelliklerini saymaya başladı kafam döndü.

Onun şu özelliği, bunun bu özelliği.

İnsanın hepsini alası var ama para?

“Sen bana ucuz olandan ver” dedim.

“Bak bu tam sana göre ancak yakında iletişim ağı versiyon yükseltecek, o zaman aldığın bu telefon işe yaramayacak. Sen bunun bir üst versiyonunu al. Ama onunda fotoğraf çekme özelliği kısıtlı, sen en iyisi onunda üst versiyonunu al. Tabi görüntü olarak o güzel değil, sen en iyisi şu markanın üst modelini al” dedi.

Anladımsa Arap olayım.

“Yahu Davut ağabey dediğini anlamadım ama o dediğin model telefon kaç para?”

“28 bin lira…”

.

O an bayılmamak için kapıya tutundum.

“Davut ağabey sen ne diyorsun? Bu dediğin telefon neredeyse benim 3 maaşım. Nasıl alayım onu ben?”

.

“Kolay yeğenim, taksit yaparım sana. Her ay 4 bin lira ödersin olur biter.”

“Ama kredi kartım yok.”

“Olsun evlat, sana güvenirim ben, her ay maaşını alınca gel öde…”

.

Sonuçta o telefonu aldım.

Kahvede telefonumu görenler “Vay Rüstem ağabey, telefonunda pek gıcırmış. Güle güle kullan.” Diye dalga geçiyorlar.

Yanlarından geçerken ayağa kalkıp selam veriyorlar.

.

Evde annem görmesin diye saklıyorum, “Oğlum k.çımıza giyecek donumuz yok sen 28 bin liralık telefon almışsın” demesin diye.

.

Benim telefon muhabbeti tüm mahalleye yayıldı. Çoğu gençler kahveye “Rüstem ağabey şu telefona bakalım” diyerek geliyorlar.

Meşhur oldum.

Mahalleden geçerken bakkal, manav selam veriyor bana.

.

Daha önce param yok diye yüzüme bakmayan pastacı Recep, “Gel yeğenim baklava ısmarlayayım” diyor.

.

Ulan neymiş bu telefonun sihri?

Resmen mahallede statüm değişti.

Fark edilir oldum.

.

Ne memleket be!

İnsanın iç güzelliğine, dürüstlüğüne, insanlığına bakılmıyor ama k.çı kırık bir telefon yüzünden itibar sahibi oluyorsun.

Telefon kadar itibarımız yok.

Ne hale gelmişiz.

Yazık be!

 

BALIKLAR!

Sosyal medyadan buldum.

Oldukça zoruma gitti anlatılanlar.

Neden bu haldeyiz?

Neden beceriksiziz?

Diye kendime sormadan edemiyorum.

Etrafımızın üç tarafı deniz ile çevrili olan ülkemizde acilen deniz bakanlığı kurmamız lazım.

.

Şu halimizi siz de okuyun, bana hak verin.

.

Murat Demirocak sayfasından alıntı…

.

“Barbun” Senegal’den geliyor.

“Kalamar” Hindistan’dan.

“Ahtapot” İspanya’dan.

“Karides” Endonezya’dan.

“Lagos” Mısır’dan.

“Kalkan” Romanya’dan.

Norveç’ten getirilen “Seyit Balığı”nı restoranlarda “Mezgit” diye kakalıyorlar.

.

Lüks otellerimizde yediğiniz “Kılıç Şişler” aslında Çin’den ithal “Köpekbalığı”

.

“Mercan” Gine’den.

“Sinarit” Gana’dan.

Her mevsim “Dilbalığı” olmaz, bizde oluyor.

Çünkü mevsimine göre bazen Afrika’nın batısındaki Senegal’den, bazen Afrika’nın doğusundaki Somali’den geliyor.

.

Yemek için değil, bakmak için olanları bile yurtdışından getiriliyor, mülteci ayaklarıyla sınırı geçen kamyon kasalarında “Süs Balıkları” yakalanıyor,

Suriye “Japon”u deniyor.

.

Karadeniz’de 26 balığın neslini tükettik,

Marmara’da 125 balığın neslini kuruttuk.

.

“Midye” Şili’den getiriliyor.

“Tekir” Gabon’dan.

Üç tarafımız denizlerle çevrili, Türk havuzu denilen kendimize ait denizimiz var, denizi olmayan Konya’da Uşak’ta Diyarbakır’da tarla balıkçılığı yapıp, arazide “Levrek” yetiştirmeye çalışıyoruz.

.

Fas’tan Moritanya’dan “Orfoz” getiriyorlar,

Kızıldeniz’den “Karagöz” getiriyorlar.

.

İzlanda’da 2010 senesinde volkan patladı, kül ve lav yağmuru nedeniyle kıyıları zehirlendi.

Toplu balık ölümleri meydana geldi, balıkları analiz ettiler, ağır kurşun, radyoaktif madde ve insana zararlı kimyasallar tespit edildi.

Bütün dünya İzlanda’dan balık ithalatını durdurdu.

Aynı dönemde Türkiye’nin İzlanda’dan balık ithalatı yüzde 250 arttı!

Elalemin almadığı kansere yol açan balıkları ki, çoğunluğu “Somon”du, afiyetle bize yedirdiler.

.

“Istakoz” ABD’den Kanada’dan.

Bataklıklarda yetiştirilen “Panga”yı, kılçıksız deniz balığı filetosu diye taaa Vietnam’dan getiriyorlar.

Güya “Sardalya Festivali” düzenliyoruz, o “Sardalya” Yunanistan’dan geliyor.

.

Belediyeler balık festivali düzenler

Norveç’ten ithal edilen “Uskumru” dağıtılır.

.

Norveç’te sadece 6 bin 400 balıkçı teknesi var, 150 ülkeye balık ihracatı yapıyor.

Türkiye’de 16 bin 450 balıkçı teknesi var, 100 ülkeden balık ithal ediyor!

.

Norveç’in tüm dünyada en çok balık ihracatı yaptığı ikinci ülke, Türkiye…

.

En büyük balıkçının Galata Köprüsü’nde yediğiniz balık ekmek bile “Norveç Uskumrusu.”

.

Balıkçılık tarihimizin en önemli kitaplarından biri olan ve İstanbul Balıkhanesi Müdürü Karekin Deveciyan tarafından kaleme alınan “Türkiye’de Balık ve Balıkçılık” isimli eserde…

1920’li yıllarda sırf İstanbul’da sekiz milyon ton balığın işlem gördüğü anlatılıyor.

Bugün, tüm Türkiye’de bir milyon ton bile değil!

.

1920’li yıllarda İstanbul balık haline 2 milyon 200 bin çift torik geliyordu…

Bugün “Torik” gören var mı?

.

Lakerda artık “Palamut”tan yapılıyor.

İthal “Somon”dan bile lakerda var!

Bizim “Lüfer”i neredeyse kuruttuk…

.

“Atlantik Ringası” geliyor, “Pasifik Ringası” geliyor, “Avustralya Uskumrusu” geliyor, “Japon Kolyozu” geliyor.

.

Avrupa Birliği ülkeleri kişi başına 26 kilogram balık yiyor, dünya ortalaması 19 kilogram… Türkiye ortalaması sadece 8 kilo!

.

Marmara Denizi tüm balıkların göç ve yumurtlama yeriydi.

Tekirdağ, Şarköy, Marmara Adası arasındaki üçgen, “Orkinosların” aşk üçgeniydi.

Taaa Atlas Okyanusu’ndan gelirler, bu aşk üçgeninde ürerlerdi.

Bu Marmara Denizi’ne en başta İstanbul, çevresindeki tüm şehirlerin kanalizasyonunu bağladık, aşk üçgenini lağım çukuru haline getirdik.

.

HES kurulmayan dere bırakılmadı.

.

Mersin balıkları artık Çoruh’a inmiyor.

.

Gediz’e Büyük Menderes’e Seyhan’a

.

Ceyhan’a artık balık girmiyor.

.

Balık avlanan göllerimiz imha edildi.

.

Eber Gölü kurudu, geriye sadece kırık sandallar kaldı.

.

Nasreddin Hoca’nın maya çaldığı Akşehir Gölü bile kurudu.

E bu denizlerde balık kalır mı?