“Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak…”

Bu deyimi bilmeyeniniz yoktur sanırım.
Hikâyesi ise şöyleymiş:
“Dimyat” Mısır’da, Süveyş Kanalı ağzında ve Portsait yakınlarında bir iskele…
Eskiden Mısır’ın meşhur pirinçleri, ince hasırdan örülmüş torbalar içinde Mısır’dan Türkiye’ye getirtilip satılırmış...
.
Ülkemizde yaşayan Bulgurcu Mehmet Ağa ise, yüzlerce dönüm buğday tarlasından çıkan buğdayların az bir kısmını un, kalan büyükçe kısmını da bulgur yaparak iyi kazanan biriymiş...
.
Sonradan kasabaya gelen pirincin daha çok kazandırdığını gören Mehmet Ağa, bu pirinçlerin Dimyat’tan geldiğini öğrenmiş.
“Neden daha fazla kazanamayayım” diyerek Dimyat’a pirinç almak için yola çıkmış.
Fakat talihsizlik bu ya;
Mehmet Ağa’nın yola çıktığı gemi Akdeniz’de Arap korsanları tarafından durdurularak soyulmuş ve adamcağızın yanında bulunan bütün altınları alınmış.
.
Bin bir zorluk içinde Türkiye’ye dönen Mehmet Ağa, iflas durumuna düşmüş.
O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar.
Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak sözünün aslı buradan kalmış.
.
Daha fazla kazanacağını daha iyisini elde edeceğini umarken, elindekinden olmak anlamında bir deyim olarak günümüzde de kullanılmaktadır.
.
Buna benzer bir başka deyim ise;
“Ava giden avlanır…” şekli de vardır.
.
Bunun hikâyesi çok değişik olarak anlatılıyor.
Ama sizler için bir tanesini seçtim.
.
Şöyle ki:
Bir kurt, çayırda otlayan koyunları yemek için bir hile düşünmüş.
Çobana ve çoban köpeğine çaktırmadan, sırtına bir koyun postu geçirmiş ve koyunların arasına dalıp gizlenmiş.
Sonra da koyunlarla beraber ağıla doğru yola koyulmuş. Aklınca, ağılda dilediği gibi karnını doyuracakmış.
.
Derken ağıla varmışlar.
Kurt uygun bir zamanı kollamaya başlamış.
Bu arada çobanın da karnı acıkmış ve koyunlardan birini kesip pişirmek niyeti ile ağıla girmiş.
.
Çoban ağıla girince koyunlar kaçışıvermiş.
Çoban da yakaladığı ilk hayvanı oracıkta hemen kesmiş.
Kesmesine kesmiş ama meğer kestiği hayvan, şaşkın şaşkın ne olduğunu anlamaya çalışan koyun postu giyen kurtmuş.
.
Böylelikle ava giden kurt avlanmış.
.
Sabah sabah nedir bu “Deyim merakın?” diye sorabilirsiniz.
Ancak bunları siyasete uyarlarsanız, şu aralara o kadar çok örnek çıkıyor ki karşınıza.
.
Misal;
Kılıçdaroğlu desem?
.
Tee İYİ Parti’nin yeni kurulduğu zamanlar seçimlere girip girmemesi tartışılırken, grup kurmaları için milletvekili transferi yaparak, “Sağdan oy devşirme” planını düşünün…
.
Aslında “Bu planı yaparken kafasında ne varmış?”
Cumhurbaşkanlığı…
.
Seçim öncesi 6’lı masa etrafına dizilen minnacık partilere avuç avuç milletvekili vererek adaylığını garantileyeceğini sanan bir plan…
Aslında “Bu planı yaparken kafasında ne varmış?”
Cumhurbaşkanlığı…
.
Dimyat’a pirince giden bir Kılıçdaroğlu…
.
Ava, böyle donanımlı gideceğini sanarak yola çıkan bir Kılıçdaroğlu…
.
Sonra ne oldu?
.
Seçim kaybedildi.
Minnak partiler vekillerini alıp kenara çekildi.
İYİ Parti ittifakı bozdu.
Sağdan gelen oylar geri kaçtı.
Koltuk sallantıda.
Parti dağılmada.
.
Kısaca evdeki bulgurdan olundu.
Avlanıldı.
.
Birileri bu cesaretle ortaya çıkıp, “Anayasa referandumu” diye tutturuyor.
Büyük ihtimal Anayasanın “Değiştirilemez” denilen, ilk 4 maddesini oylanacak.
.
Sonuç olarak, “Kılıçdaroğlu’nun pirinç sevdası” belki de, “100 yıllık Cumhuriyetimize” mal olacak…
.
Akşener’e gelince.
Onun “Pirinç sevdası, av sevdası” da yarım kaldı.
“Bir Diyet uğruna Ya Rab, ne güneşler batıyor…”
.
Milletvekili alarak başlayan “Diyet” peşini hiç bırakmadı.
.
O kolu kesip atsa da, geç kalındı.
Plana dahil oldun.
Masadan kalkman bir işe yaramadı.
Yeni yardımcılar seçimi kurtaramadı…
.
Şimdi yeni pirinçler peşindesin de bu pirinçler senin uzanamayacağın kadar yüksekte.
.
Tek başına 81 ilde seçime girmek istemen, böyle bir politikaya geçmen, resmen intihar…
.
Yapılan araştırmalarda sadece 3 ilçede belediye başkanlığı alabiliyorken, bu afra-tafra neyin nesi?
Bu kabadayılık ne?
.
Evdeki bulgurların yavaş yavaş iktidara doğru kayıp gittiğini görmüyor musun?
.
Alınan bu karar doğrultusunda İktidarın ekmeğine yağ sürdüğünün, onun pirincine pirinç kattığının farkında değil misin?
.
Seçmenini “Koyun sürüsüne dalmış bir kurt gibi” dağıttığının farkında değil misin?
.
Derdin ne?
Ne yapmak istiyorsun?
.
Ey! Kılıçdaroğlu!
Minnak partilerden seçtirdiğin vekillerin, istifa ederek AKP’ye geçeceği söyleniyor.
Bu da başka bir bulgur kaybın olsa gerek.
.
Sen Erdoğan’ın elindeki pirinçleri almak için plan yap, sonra evinde özenle hazırladığın bulgurlardan ol...
.
Yapacağın en iyi şey istifa etmek iken, bunu yapmayıp partiyi “Genel merkezciler” ve “Değişimciler” diye ortadan ikiye bölmeyi seç.
Ve hala büyük bir inançla pirinç peşinde koş…
.
Ne demişler:
“Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma…”
 
DÜŞÜNÜN ŞİMDİ
Televizyonlar, gazeteler, sosyal medya, haber portalları sürekli olarak olumsuzluklar peşinde.
Haberleri seyrediyorum;
Karısını bıçakladı,
2 kişi 4 kişiyi dövdü,
Kiracısını öldürdü,
Kocasını av tüfeği ile vurdu,
Arabayla kovaladı,
Mekanı bastı,
Hırsız çatıdan düştü,
Altınları çaldı…
.
Üfff…
İçim daraldı be.
Bir tane “Oh be!” diyeceğimiz haber yok.
Artık olaylara “Olumsuzluklar içinde” bakmaya başladık.
Yoksa bizim psikolojimizi özellikle mi bozuyorlar.
.
Ekonomimiz de zaten hazır psikolojikken, vurun “Psikopata…”
.
Bakın ne buldum sosyal medyadan.
Arkanıza yalanıp okuyun derim:
Doğan Cüceloğlu'nun eğitimdeki katılımcılarla yaptığı konuşma:
.
Cüceloğlu: “Arkadaşlar, aranızda ölümcül hastalığı olan var mı?”
Katılımcılar: “Allaha şükür, hocam, bildiğimiz kadarı ile yok.”
Cüceloğlu: “Ne güzel! Peki, bana, istisnasız bütün insanların, yani altı milyar insanın da başına geleceği garanti bir şey söyler misiniz?”
Cevap neredeyse otomatik olarak çıkar:
Katılımcılar: “Ölüm.”
Cüceloğlu: “Gerçekten de ölüm bütün insanların başına geleceği kaçınılmaz olan tek şeydir. Doğum da bütün insanların başına kesinlikle gelmiştir, ama bundan sonra gelmesi kesin olan tek şey ölümdür.”
Cüceloğlu: “Diğer hiç biri insanların hepsinin başına gelmeyecektir. Peki, madem öleceğimiz garanti, bu benim ölümcül bir hastalığım olduğunu göstermez mi?”
Katılımcılar burada sessizce, başlarıyla onaylamaya başlar.
“Öleceğim belli ise benim ölümcül bir hastalığım olduğu da açıktır.”
Şu şekilde devam eder konuşma:
“Peki, ne zaman öleceğimizi biliyor muyuz?”
“Hayır”
“Şu saniye içinde olma ihtimali var mı?”
“Var.”
“Yarın?”
“Evet.”
“30 yıl sonra?”
“Olabilir.”
.
Cüceloğlu: “Peki bunlardan hangisinin sizin başınıza geleceğini biliyor musunuz? Mesela bu akşam eve sağ salim varacağınızı nereden biliyorsunuz?”
Sınıf sessizce dinlemeye devam eder. Çünkü genellikle hayata böyle hiç bakmamışlardır.
“Peki bir de tersini düşünelim, bu akşam eve döndüğünüzde, bu sabah evden çıkarken sağ salim bıraktıklarınızı sağ bulma garantiniz nedir? Var mıdır böyle bir garanti?”
“Yoktur hocam.”
“Peki nereden biliyoruz, az sonra telefonumuzun çalmayacağını ve evdekilerden birinin az önce öldüğünün bize söylenmeyeceğini?”
.
Katılımcılar burada rahatsız olmaya başlarlar.
“Hocam konuyu değiştirsek?”
“Ama açık gerçek üzerine konuşuyoruz, biraz daha devam edelim. Peki, acaba bunu dün gece bilseydiniz, yani evde akşam birlikte olduğunuz kişilerden birinin yarın öleceğinizi bilseydiniz, o zamanı aynı dün gece olduğu biçimde mi geçirirdiniz? Yoksa farklı mı yaşardınız?”
Katılımcılardan Biri: “Kesinlikle çok farklı geçerdi Hocam.”
Cüceloğlu: “Şimdi sizden rica ediyorum, lütfen bir an arkanıza yaslanın, gözlerinizi kapatın ve bu sabah evden çıkarken evde bıraktıklarınızdan birinin gerçekten öleceğini düşünün, dün akşamınızı nasıl geçirirdiniz? Aynı iletişim mi olurdu? Onunla aynı konuları mı konuşurdunuz? Aynı konular, tartışma ya da gerginlik konusu olur mu? Yoksa önemsiz hâle mi gelirdi? Bu sabah evden çıkarken, bu son görüşünüzde ona ne derdiniz? Onun boynuna sarılmakta tereddüt eder miydiniz?”