Annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken doğum sancısı tutmuş ve oracıkta dünyaya getirmiş oğlunu...

Annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken doğum sancısı tutmuş ve oracıkta dünyaya getirmiş oğlunu...
Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüş.
.
Anadolu’da birçok kadının yaşadığı kaderi yaşamış yani.
.
Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Oğlu dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı yörelerini kasıp kavurmaktadır. Oğlundan önce, iki kız evladını çiçek yüzünden toprağa vermiştir...
.
Oğlan yedi yaşına girdiği 1901’de, doğduğu topraklarda çiçek salgını yeniden yaygınlaşır.
.
Kendisi de yakalanır bu hastalığa.
O günleri çok sonraları şöyle anlatıyor: “Çiçeğe yakalanmadan evvel anam, güzel bir entari dikmişti.
Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim.
Beni sevdi.
O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm.
Bir daha kalkamadım.
Çiçeğe yakalanmıştım...
Çiçek zorlu geldi.
Sol gözüme çiçek beyi çıktı.
Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi.
O gün bu gündür dünya başıma zindan.”
.
Bunları anlatan büyük ozan, büyük usta Âşık Veysel’dir.
Bu düşmeden sonra Veysel’in belleğine bir de renk işler: “Kırmızı”
Düşerken büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor.
Bunu annesi Gülizar Ana şöyle anlatıyor: “Bilinmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırladı. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü. Kan görmüştü. Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı... Yeşili de elleriyle bulur ve severdi.”
.
Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar.
Yalnız yakınlardaki Akdağmağdeni’nde doktor varmış.
Babasına, “Çocuğu Akdağmadeni’ne götür,orada gözünü açacak bir doktor var” demişler.
Sevinmiş babası.
.
Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel’in.
“Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece.”
.
Ali adında bir ağabeyi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veysel’in.
Tüm aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale.
Bundan böyle bacısı elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlamış Veysel’i.
Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel.
.
Babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş.
Veysel’in dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline.
Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu.
Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmet’in evine uğrar, çalıp söylermiş.
Merakla dinlermiş bunları Veysel.
Komşuları Molla Hüseyin de sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış.
.
İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) almış.
Kendini de iyice saza vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış.
Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlar dünyasıyla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veysel’i.
“Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Dertli, Ruhsati” gibi usta ozanların dünyalarıyla tanışmış böylece.
.
Âşık Veysel’in hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır.
Kardeşi Ali de cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır.
Harp patladıktan sonra Veysel’in bütün arkadaşları, emsalleri cepheye koşuyorlar.
Veysel bundan da mahrum...
.
Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır.
Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor.
Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır.
.
O günlerini Aşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçe’ye; “Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum.”
.
Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar.
Esma’dan bir kız, bir oğlu oluyor Veysel’in.
Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor...
Veysel’in acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye başlıyor.
1921’in 24 Şubat’ında annesi, ondan 18 ay sonra da babası ölüyor.
Bu arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor.
Köye de birçok âşık gelip gitmekte, Karacaoğlan’dan, Emrah’tan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirler.
Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel de geri kalmamaktadır.
.
Ağabeysi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap (erkek hizmetkâr) tutuyorlar.
Bu hizmetkâr ileride Veysel’in bağrında açılacak başka yaranın sebebi olacaktır.
Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırıyor bu yanaşma.
Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece.
Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı varmış.
İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış.
.
1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor.
Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde A. Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşler.
Bunlar arasında Veysel de var.
Veysel’in günışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”... dizesiyle başlayan şiir oluyor.
Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması oluyor.
.
O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyor. Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola düşüyor. Karakışta yalınayak, başıkabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya geliyorlar.
.
Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde 45 gün misafir kalıyor.
Destanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmuyor.
İkinci eşi Gülizar Ana: “Ata’ya gidemediğine bir, askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar olur...” diyor.
Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye veriliyor.
Destan gazetede üç gün boyunca yayınlanıyor.
Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp söylemeye başlıyor, seviliyor, saygı görüyordu.
.
Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yapıyor.
Bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor.
1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen özel bir kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlandı.
.
21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 03.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.
(Bu metin: Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma Ve Eğitim Genel Müdürlüğü sitesinden alınmıştır.)
.
Vefatının 49. Yılında kendisini rahmetle, sevgiyle ve saygıyla anıyor ve şu dizeleriyle yazımı sonlandırıyorum.

Kardeşim
Beni hor görme kardeşim
Sen altınsın ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben saç mıyım?
 
Ne var ise sende bende
Aynı varlık her bedende
Yarın mezara girende
Sen toksun da ben aç mıyım?
 
Topraktandır cümle beden
Nefsini öldür ölmeden
Böyle emretmiş yaradan
Sen kalemsin ben uç muyum?
 
Tabiata Veysel âşık
Topraktan olduk, kardaşık.
Aynı yolcuyuz yoldaşık
Sen yolcusun ben bac mıyım?