Bugün yine Cuma. Hayırlı gün bilinir dinimizce.

Müslümanların nüfusa göre oranının yüzde 99’dan, yüzde 82’ye düştüğü söyleniyor.
.
Bu inanılır bir şey mi?
Evet.
.
Eskiden olsa “Tövbe Bismillah böyle şey olmaz” derlerdi.
Ama şimdi?
.
Olabilir diyenlerin sayısı fazladır.
.
Ülkede yaşanılanlara bakılınca Müslüman sayısında azalama olduğu muhakkak.
Yaşananlara bakınca “Bir Müslümanın yapacağı şeyler değil” şeklinde birçok olayla karşılaşabilirsiniz.
.
Olaya başka bir açıyla bakalım.
.
Müslümanlığımızı kimseye sorgulatacak değiliz elbet.
Ancak bazı web sitelerinde “Türkiye’nin dünya Müslüman nüfusunun %5’ine ve dünyadaki camilerin %65’ine sahip olduğu iddia ediliyor…”
.
Bunu yayınlamalarının sebebi “Ne kadar Müslüman olduğumuzun delili olması.”
.
Ama öyle mi?
.
Araştırdım.
“doğruluk payı.org” sitesinde bu konu ele alınmış.
Ve çıkan sonuç şu:
“Araştırmalara ve verilere göre Türkiye’deki Müslüman nüfus, Dünya genelinin %5’ine tekabül etmiyor.
Ayrıca 2020 yılında Türkiye’deki Cami sayısı 89 bin 445 olarak açıklanmıştı.
Bu da yaklaşık 3,8 milyon olan dünya genelindeki Cami sayısının yalnızca %2,3’üne denk geliyor…”
.
Peki şimdi ne oldu?
Müslümanlığımıza halel mi geldi?
.
Bırakalım bu işleri de biz Müslüman gibi yaşıyor muyuz ona bakalım.
.
Haberleri eğer tek bir kanaldan izlemiyorsanız memlekette olup bitenlerden haberiniz var demektir.
.
Ekonominin hangi boyutlarda olduğunu döviz ve altın fiyatlarına bakarak anlayabilirsiniz.
.
Müslümanlığın temel kavramı ahlak, doğruluk ve dürüstlük olduğuna göre iktidar mensupları ülke idare ederken en ufacık bir suistimale meydan vermemeleri gerekir.
.
Bunun aslında sadece Müslümanlıkla değil, insanlıkla da alakası olduğunu iyi bilmek lazımdır.
.
Hazreti Ömer'in oğlu Abdullah babasını ölümünden tam bir sene sonra rüyasında benzi sararmış olarak görüp:
-“Babacığım senin benzin kırmızı idi. Ne oldu da bu kadar sarardın?” diye sordu.
Hazreti Ömer:
-“Oğlum bir seneden beri Allah’a hesap veriyordum, daha yeni çıktım. Benzim ondan sararmıştır” diye cevap verdi.
Abdullah ibni Ömer (r.a.) tekrar sordu:
-“Babacığım hesap nasıl geçti?”
-“Oğlum hesapların biri bitip biri başladı. Eğer kefenimin içine koydurduğum mektup yanımda olmasaydı, işim çok zor olacaktı.
O mektubun bana çok faydası oldu.
Hele sadaka develerden Şirin’in yuları iyice eskimişti de birkaç yerinden bağladıktan sonra kullanılamaz olunca atmıştık. Onun hesabını verirken Hak Teâlâ: ‘O yuları atıp Müslümanların malını zayi ettin’ diye azarlayınca cevap verecek bir şey bulamadım.
Ancak işte o mektubun yüzü suyu hürmetine af olunarak kurtuldum” dedi.
Hazreti Ömer'in oğlu Abdullah mektup hikâyesini ise şöyle nakletti:
-“Bir gün babam Halife iken, yanına Hazreti Hasan ve Hüseyin gelmişti. Babam onların sırtına birer elbise giydirdi. Onlar çok memnun olarak gittiler. Hazreti Ali çocuklarının sırtında babamın verdiği elbiseyi görünce çok memnun olmuş ve: ‘Gidin Halife'ye söyleyin, Resûlullah onun hakkında Ömer hayatta olduğu müddetçe İslâmın nuru, vefatından sonra Cennet ehlinin ışığıdır buyurmuştu” demiş onlar da gelip babama söylediler.
Babam onlara bunu bir kâğıda yazmalarını söyledi, onlar da yazdılar. Daha sonra bana:
-“Ben ölürsem bu kâğıdı kefenimin arasına koy, benimle beraber kabre gitsin. Orada başım dara düştüğü zaman bunu gösterir kurtulurum, buyurmuştu, diye anlattı…”
.
Elbette kefenin cebi yok.
Elbette kıyamet gelmeden hesap yok.
.
Ama bu bir rüya.
Bu bir kıssa.
.
Koskocaman Halife bile, eski bir deve yularından hesap veriyorsa,
Vay devlet malını, mülkünü ve parasını yönetenlerin haline.
.
Halife de olsak ahiretteki hesaptan kurtulma şansımız yok.
.
İşte bu şartlarda seçime gideceğiz.
Ama konu şu:
Seçim güvenliği,
Çalınabilecek oylar,
Kesilecek elektrikler,
Parmak boyası,
Açıklanacak fake sonuçlar…
.
Alın size Müslüman bir ülkenin seçim gündemi.
.
Peki ya seçim propagandalarında söylenen sözlere ne demeli?
Bir Müslümanın ağzına almayacağı kadar bayağı.
.
Peki ya asılsız yakıştırmalar, isnatlar, suçlamalar.
.
Müslümanlığa sığıyor mu?
.
Neyse şu Cuma namazımızı kılalım da, gerisini sonra konuşuruz…
 
***
RAMAZANLIK
Ramazan geldi geçiyor.
Şöyle bir dönüp baktım da ben bile size, eski Ramazanlardan bahsetmemişim.
.
Hani insan Osmanlı zamanını pek özlemez ama Ramazan ayını özlerdik herhalde.
.
“Cerre çıkmak” diye bir gelenek varmış.
Hiç duydunuz mu?
.
Yazayım,
Osmanlı Devleti’nde medreselerde yaz tatilleri “Üç Aylar”da verilirmiş.
Bu tatillerde “Seçilmiş medrese talebeleri” hem kendi bilgilerini pekiştirmek, hem de dini konularda halkı aydınlatmak için İmparatorluğun farklı bölgelerine gönderilirlermiş.
Bu gönderme olayına “Cerre çıkmak” denirmiş.
Medrese öğrencileri için “Cerre çıkmak”, bir noktada bugünkü üniversitelerin staj eğitimleri ile eşdeğermiş.
.
“Arife Çiçeği” diye bir tabir varmış bilir misiniz mesela?
Osmanlı’da bayramların bilhassa çocuklar için ayrı bir yeri vardı elbet.
Bayramlıklarıyla sokakta gezen çocuklara “Arife Çiçeği” denilirmiş meğer.
Bayramdan birkaç gün önce yapılan alışverişin ardından çocukların sabırsızlanarak giysilerini bayramdan bir gün önce, yani Arife günü, giyerek dolaşması dolayısı ile üretilmiş bir tanımlama.
Bizim zamanımızda bayramlıklar ancak bayram sabahı giyilirdi. (Hala öyle).
.
Sizlere ilginç gelebilecek bazı adetlere de değinmek isterim.
.
Pencerenin önünde “Sarı çiçek” varsa, “Bu evde hasta var. Evin önünde hatta bu sokakta gürültü yapma” anlamına gelirmiş.
Pencerenin önünde “Kırmızı çiçek” varsa, “Bu evde gelinlik çağına gelmiş, bekâr kız var. Evin önünden geçerken konuşmalarına dikkat et ve küfür etme” anlamına geliyormuş.
O devirden bu devire çok şey değişmiş olsa gerek.
Şimdilerde gürültü yapanın kafasına çiçek saksısını fırlatsan nafile.
.
Kavuk denilince insanın aklına bin türlü hikaye geliyor.
Aklıma ilk gelen ise Musahipzade Celal’in tiyatro oyunu olarak yazmış olduğu ve aynı adlı eserin Muhsin Ertuğrul’un yönetmeliğinde çekilmiş 1939 yapımı Türk filmi olan “Bir Kavuk Devrildi.”
Nereden aklıma geliyorsa artık.
.
Kavukla ilgili aklıma gelen bir hikâye de var aslında:
“Zamanın birinde Şeyh ve Derviş yaşarmış. Bu Şeyh, Dervişi çok sayar ve severmiş. Lakin Dervişin ağzından küfür eksik olmazmış.
Şeyh artık bir gün dayanamamış ve Dervişe üç bakla tanesi verip, bu baklaları sadece uyurken ağzından çıkartmasını ve onun haricinde sürekli ağzında tutmasını tembihlemiş.
Bir zaman sonra bu baklalar işe yaramış ve Derviş artık küfür etmemeye başlamış.
Bir gün Derviş ile bir davete giden Şeyh tam yola çıkacakları sırada bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başlamış.
Acele acele yağmurdan kaçıp gidecekleri yere yetişmeye çalışırlarken genç bir kadın cama çıkıp Şeyh ve Dervişe seslenmiş.
Kadın uzun bir süre onlara bakmış.
Bir süre sonra Şeyh dayanamamış ve hiçbir şey söylemeyip sadece bakan bu kadına neden bekletildiklerini sormuş.
Genç kadın bunun üzerine, “Eğer yağmurlu bir günde kavuklu birine bakılırsa kuluçkadaki tavukların daha büyük yumurtlayacaklarını” söylemiş.
Bu cevaba sinirlenen Şeyh Dervişe dönmüş kızgınlıkla seslenmiş:
“Çıkar ağzındaki baklayı…”
.
Osmanlı’da yüzyılın başında giyilen kavukların şekli ve cinsi herkesin sınıf ve mesleğine göre değişirmiş.
Kavuğun şekline bakarak o kimsenin mensup olduğu sınıf herkesçe tanınırmış.
İşte çeşitleri, üşenmezseniz okuyun:
Anadolu Halk Kavuğu, Belediye Zabıtası, Çarşı Kâhyası, Kalafat-İ Harbî, Çatallı Çifte Kallavi, Arakiyye, Abanî, Kaptan Bey, Divan Çavuşu, Çıplak, Barata, Başşatır Baratası, Odun Hademeleri Zâbiti, Saray Külahlısı, Kapıcı, Bektaşi, Şabaniyye, Nakşibendî, Halvetiyye, Üveys El: Karanî, Celâlî Seyfî, Seyyah Derviş, Şems-İ Tebrîzî, Bayramiyye, Himmetî, Ephâneci, İğneli Kavuk, Yeniçeri Kapı Çuhadârı, Nefer, Rikab Peyki, Cerrâhiyye, Resmî, Zenburiyye, Ahî, Rûmî İsmâiliyye, Çalma Kavuk, Kulaklı Takke, Dardağan Kavuğu, Hüseynî, Hanım Sultan, Falakacı Ağa, Çifte Kalafat, Civelek, Kulluk Neferi, Kulluk Neferi (Mavi Püsküllü), Gecelik Hünkâr Takkesi, Şehzâde, Molla Kavuğu, Tepeli Kavuk, Telli Kavuk, Horasani Kavuk, Işkırlak Kavuk, Has Odalı, Örfî, Sipâhî Dellal Ağası, Gümrükçü, Ağa, Kalafat, Cebecibaşı, Topçubaşı, Üsküf, Çorbacı, Kâtibî Düz Kaş Kavuk, Subaşı, Kâtibî, Vekâyî Efendi, Âmedî, Kavasbaşı, Dîvan Başçavuşu, Düz Kaş Sarık, Kâtibî, Vezir Başçuhadârı, Kol Kethüdâsı, Zağarcıbaşı, Rikab Solağı, Asesbaşı, Kalafat, Küçük Tepeli Kavuk, Nakîbüleşraf, Baştercüman, Kallâvî, Yusûfî Mücevveze, Muarrifî, Mevlevî, Gülşenî, Dussukî, Sümbülî, Paşaî, Örfî, Klensöviye-İ Tavile Kavuk, Horasânî, Beyaz Kerç, Salma Çuhadârı, Vezir Baştebdîli, Böcekbaşı, Haberci Tatar Kavuğu, Şâzelî, Tas Kavuk, Sâdî, Rufâî, Bedevî, Tablalı Barata, Seğirdem Usta, Sipâhî Silahdar, Cellatbaşı, Cellat, Tulumbacı Eşbeh Ağa, Selimî, Yusûfî, Üsküf Serpuşu, Anahtar Ağası,  Yelken Takke, Dilsiz Takkesi, Zülüflü Baltacı Kethüdâsı, Kozbekçi, Cüce Takkesi…