Önce herkese merhaba. “Hoşgeldim” desem yeridir.

Bildiğiniz üzere 1 haftadır yoktum.
Hatırlarsanız vedalaşmıştım geçmiş günlerde.
“İşim var” diyerek uzağa, çok uzağa gitmiştim, “Güneydoğu Gezisi” için.
.
Ne anılar biriktirdim,
Ne görüler.
.
Te baştan anlatsam derim ki:
Otobüsle İzmir.
Sonrası uçakla Diyarbakır.
.
Hani “Diyarbekir” diyenler varmış ya, ben hiç görmedim.
Hele “Amed” diyenine rastlamadım.
Azıcık zorlama gibi.
.
Çok güzel memleket.
Hafızalarımıza kazınan o kötü olaylar başkenti gibi değildi yani.
Sur içinde izler silinmiş, hendekler unutulmuş, yeni yapılar yükselmiş.
.
Halk barışık birbiriyle.
Gelen turiste sahip çıkılıyor.
Saygı duyuluyor, selam veriliyor.
.
Tarih, M.Ö. 3 bin yıllarına dayanan geçmişi ile Diyarbakır’da da resmen fışkırıyor.
Nefis eserlere bakmaya doyamıyor insan.
.
Yemek işine gelince orada duruyoruz.
Gurme turu olmasa da “Yemeden olmaz, tatmadan olmaz” diyerek, her gördüğümüz yemek çeşidinin önünde oturuyoruz masanın başına.
.
Ulu Cami ile başlıyoruz gezmeye sabah kahvaltısını bolca yaptıktan sonra, Hasan Paşa Hanı’nı görüyoruz elbet, içinde kahve molasını vererek.
Diyarbakır’ın unutulmazları Ahmed Arif evi ile Cahit Sıtkı Tarancı’nın yaşadığı evler geçiyor önümüzden.
.
Gez gez bitmiyor.
Enerji tükenince yanaşıyoruz Diyarbakır’ın meşhur “Burma kadayıfçısına…”
.
“Hani senin Şeker’in vardı?” diyen tanıdıkların sesini duymuyorum sanmayın.
Doktorumun beni görme şansı yok, şeker hapımda yanımda, gel keyfim gel…
.
Abartmıyorum tabi, en fazla “4 tabak yedim”, desem inanmayın.
Yanımda eşim olduğundan, saldıracağım tatlılar için “Frenleme” konusunda yardımcı oluyor.
.
Alışverişleri yaptıktan sonra, “Diyarbakır” yazısı önünde hatıra fotoğrafları çekildik.
Sur ilçesine bağlı 9 asırlık “10 Gözlü Dicle Köprüsü”nü görmeye gittiğimizde gelin ile damat yöresel kıyafetleri ile gelmesin mi?
Adetten olsa gerek, başladılar davul-zurna ile oynamaya.
Katılmadan olur mu?
Biz de yanlarında halaya katıldık, zılgıt çektik.
Köprünün üstü düğün salonuna döndü.
Fotoğraflar çekildik.
Kurtlarımızı döktük kısasından.
.
“Ciğer yemeden olmaz” diyenlere gönülden katıldık ve oturduk mangalın başına.
Gerisini siz düşünün.
.
Her şey güzeldi.
Gezinin ilk ayağına güzelliklerle başlamamız, diğer günlerinin de güzel geçeceğine işaretiydi.
.
Tek olumsuzluk şuydu:
Fakiri çok, dilencisi bol.
Bizim yabancı olduğumuzu gören çoluk, çocuk para istemek için etrafımızı sarıyor.
Neredeyse köşe kapmaca oynuyoruz.
.
Diğer yandan zengininin de bol olduğu trafikteki lüks araba markalarından belliydi…
.
Tüm gezi boyunca dikkatimi çeken de buydu zaten.
Zengini çok zengin, fakiri çok fakir.
.
Diyarbakır’dan çıkıp Mardin’e giderken Roma döneminde sınır karakolu olarak kullanılmış meşhur Zerzevan Kalesi’ne uğramamak ayıp olurdu.
Dağın tepesine kurulmuş kalede özellikle sarnıçların oluşumu insanı hayrete düşürüyor.
.
Ayrıca askerlerin kendilerine has tanrıları için taptıkları tapınak ilginçti.
Hatta “Tapınak Şovalyeleri” ne ilham veren yer olarak da biliniyormuş.
.
Dara Antik Kenti’ndeki Nekropol’ü ziyaret ediyoruz.
Yani mezarlığı.
.
Adamlar üşenmeden kayaları oyarak mezarlık yapmışlar. Hem de 10 metre üzerindeki yerlere.
.
Tabi “Size Şiir okuyayım” diyen çocuklarla beraber geziyoruz.
Nekropol yakınlarındaki ilkokulda teneffüse çıkan çocuklar, soluğu burada alıyor. Parayı alan oradaki dondurmacının önündeki kuyruğa giriyor.
İçimizden biri dondurmacıya para vererek “Bu çocuklara benden dondurma ver”  demesiyle tüm okul oraya aktı adeta.
Hatta diğer yandaki ortaokullular bile koşarak geldi.
.
“Midyat’daki ‘Beyaz Su’ da alabalık yemeden olmaz” dedik.
“Bir o eksikti” demeyin.
Madem geldik, tadalım o halde.
.
Mor Gabriel Manastırı’nı gezdikten sonra Mardin merkezde gümüş işçiliği hakkında ustasından bilgi aldık.
Alışverişlerimizi yaptık.
Kadınların kolları Gümüş doldu bir anda.
Ben de (neredeyse gramla satılan) gümüş başlıklı “Kehribar Tespihi” almadan edemedim.
.
Elbet “Göbeklitepe…”
İnsanlık tarihini değiştiren bir keşifti burası.
İnsan seyrederken kendinden geçip, dolu senaryo kuruyor kafasında.
O yapıtlara bakarak soruyorum kendime:
“Neden?”
“Ne düşündüler?”
“Neden yaptılar?”
Bunlar gibi birçok soruyu ileride cevaplanır umuduyla bırakıp yola devam ettik.
.
“Urfanın etrafı dumanlı dağlar” türküsü eşliğinde dalıyoruz şehre, “Balıklı Göl, Halil-ül Rahman Camii’ni görmeden olmaz” diyerek.
Hz. İbrahim’in doğduğu mağarayı da gördükten sonra yola konaklama sonrası devam ediyoruz.
Ama “Urfalıyam Ezelden” türküsüyle başlayan “Sıra Gecesi” sonrası tabi.
.
Urfa’ya gidip Halfeti’yi görmeden olmaz.
Bindik tekneye, gittik Şavaşan Köyü’ndeki yarısı su altında kalmış meşhur minareyi görmeye.
Geçerken Rum Kale’yi de gördük.
Te dağın başında.
Kaleyi fethetmeyen kalmamış.
Hangi akla hizmetse?
.
Cendere Köprüsü’nü geçtikten sonra Kahta’da ki “Nemrut” u görmeden olmaz.
Bırakın görmeyi, “Adettendir” diyerek yabancılar da dahil yurt içinden gelmiş yüzlerce kişiyle beraber gün batımını bekledik o kadar merdiveni çıktıktan sonra.
.
Normalde tek kat merdiven çıkmam yasaklanmış olan ben, yüzlerce merdiveni Babil Hükümdarı “Nemrut” un hatırına çıktım (doktorum duymasın).
.
Nemrut’un yattığı yerde battı güneş batmasına da, ben otele geldiğimde yattığım yeri bilemedim.
Ayaklarımın altı sızlıyordu, her tarafım ağrıyordu.
.
Sonra mı?
.
Karşımızda Atatürk Barajı…
.
Hani bazılarının “Biz hizmet ettik” dedikleri noktada “Şişşt…!” diyen, “Dur bakalım orada” şeklinde hizmet sunan GAP Proje’si içinde yer alan baraj...
.
Resmen bölgenin makûs talihini değiştiren bir proje.
Sulu tarımın Güney Doğu Anadolu’ya tanıtıldığı proje.
Rahmetli Demirel’in “Gaptırmam” dediği proje.
.
Gezdiğimiz bölgede kilometrelerce mısır ekiliydi.
Antep fıstıkları, pamuk tarlaları.
Hepsi suyun eseri.
Hepsi Demirel’in eseri.
“Eser” dediğin böyle olur.
.
Gaziantep’te “Çingene Kızı”na uğramadan olmazdı.
Dünyanın ikinci büyük mozaik müzesi bilinen, “Zeugma Müzesi…”
“Birincisi nerede?” diye merak ederseniz o da yakınımızda:
“Hatay Arkeoloji Müzesi…”
İnşallah yakında onu da ziyaret edeceğiz.
.
Zenginlik gösterisi olarak yaşadıkları saraylara, konaklara, köşklere yaptırılan bu mozaikler oldukça değerli.
.
Zeugma Mozaik Müzesi’ndeki belki de en önemli, en meşhur eser “Çingene Kızı” adıyla da bilinen “Mainad Mozaiği” ne yakından baktım.
Kız ile resmen göz göze geldim.
Etkileyiciydi tabi.
Biraz pörtlek olan gözlerdeki buğu, insanı içine çekiyordu…
.
Bu eser labirentlerle girişi yapılmış çok özel bir odada tek başına sergileniyordu.
.
Karanlık bir ortamda sergilenmesinin sebebi ise “Çingene Kızı’nın buğulu bakışlarını ortaya çıkarmak…”
.
Antep Bakırcılar Çarşısı’nda alışveriş sonrası meşhur baklavamızı alıp uçakla İzmir’e, oradan kara yoluyla Çanakkale’ye dönüyoruz.
.
“Neden Çanakkale’ye uçmadınız?” diye soranlara cevap şu;
“Uçak yok…!”
.
Çanakkale turizmcilerin en büyük şikâyeti de bu zaten.
Uçak seferleri.
.
Ankara uçağının her gün ve karşılıklı olmasını, İstanbul seferlerinin başlamasını, yurtdışı seferlerinin başlatılmasını istiyorlar.
.
“Hizmet mi?”
İşte hizmet.
Haydi uçaklar başlasın, şehir turist ile dolsun…
.
Arada anlatamadıklarım var.
Onları da aklıma geldikçe yazarım…