...

Kilis
Kilis’te Ramazan ayının gelişi halkı heyecanlandıran ve birleştiren bir dönem.
Kilisliler de bu döneme saygı duydukları için geçmişten gelen gelenekleri günümüzde de devam ettiriyorlar.
Ramazan ayının ilk günü geldiğinde Kilis’teki tüm evlerde “Keşkek” pişirilir çünkü keşkek yaparken kullanılan dövme yani buğdayın ayrı bir yeri var.
İnsanlar bu buğdayın midelerinde Allah’ı zikreden bir tespih görevi gördüğünü düşünüyorlar.
Kilis’te ayrıca Ramazan Bayramı’ndan 15 gün önce bayramda ağırlayacakları misafirleri için “Kahke” ve “Gerebiç” hazırlamak da bir gelenek.
Herkes kendi bütçesine göre yörenin mutfağına uygun kahke ve gerebiçi kendisi yapıyor.
.
Gaziantep
“Kahke” geleneği, Gaziantep yöresi için de geçerli bir gelenek.
Gaziantep’te de her evde Ramazan ayında çayın yanına eşlik eden kahkeler yapılıyor.
Gaziantep’te geçmişte sahur için de özel hazırlıklar yapılırdı.
Kadınlar toplaşıp “Çiğ köfte” yoğururlardı ve dağıtırlardı.
Gaziantep Mutfağının sevilen lezzetlerinden “Firik Pilavı” da sahur vakti için hazırlanır, komşulara dağıtılırdı.
Ramazan ayının son günlerine doğru da “Yuvalama” dönemi gelirdi.
Kadınlar telaş içerisinde bir araya gelir ve yuvalama yaparlardı.
Tabii bayramda ikram etmek için kahke de yaparlardı.
Günümüzde kadınlar yuvalamayı kendileri yapmasalar da restoranlardan satın alarak geleneği bu şekilde devam ettiriyorlar.
.
Şanlıurfa
Şanlıurfa’da Ramazan ayına özgü olarak bir “Simit” hazırlanıyor. Bu simidin sadece Ramazan aylarında hazırlanıyor olması da ona ayrı bir tat ve güzellik katıyor.
Nohut mayasıyla yapılan bu simidin hamurunu hazırlayan kadınlar genelde taş ocaklarda pişmesi için fırınlara gönderiyorlar. İftardan sonra çay eşliğinde yenilen bu simit, sahur sofralarının da baş tacı.
Şanlıurfalı kadınlar Ramazan ayının son günlerinde bayramda misafirlerine ikram etmek için “Külünçe” yaparlar.
Külünçe, Urfa Mutfağı’na özgü baharatlı bir hamur işi.
Kadınlar toplanıp birlikte külünçe yapma geleneğinden biraz uzaklaştıkları için Urfa’daki fırınlar Ramazan ayında külünçe yapmaya başlıyorlar ve kiloyla satıyorlar.
.
Amasya
Amasya’da geçmişi 1860’lı yıllara dayanan bir bando geleneği var.
O dönemlerin Amasya Mutasarrıfı Ziya Paşa, bir ramazan gününde davuluyla Amasya Kalesi’ne çıkıyor ve davul zurna çalarak iftar ve sahur vakitlerini halka bildiriyor.
Bu gelenek belediyenin bandosuyla günümüze kadar taşınmış ve hala devam ediyor.
Amasya Belediyesi’nin bandosu iftardan 1 saat önce şehirde tur atmaya başlıyorlar. Attıkları turun son durağı ise “Harşena Dağı” nda bulunan “Amasya Kalesi”.
Bu kaleye çıkıp konserlerine devam ediyorlar. Yörenin türkülerinin icra edildiği bu konser insanları bir araya getiriyor.
.
Samsun
İftar sofralarını pidelerin şenlendirdiği Bafra’da yeni kuşaklara Ramazan ayının değerlerinin kazandırıldığı “Sele Sepet” geleneği var.
Ramazan ayının 14. gününü 15. gününe bağlayan gece çocuklar “Sele Sepet” diye adlandırılan fenerlerle sokağa dökülüyorlar.
“Sele sepet top kandil, aç kapıyı ben geldim. Ayda yılda bir kere, kapınıza ben geldim” gibi maniler söyleyerek bahşiş topluyorlar.
Günümüzde hala daha devam ettirilen bu geleneğin bir diğer güzel yanı da çocukluklarında kapı kapı dolaşan dedeler ve büyükannelerin torunlarıyla birlikte sokağa çıkması.
Toplumun birlikteliğine katkıda bulunurken kuşakların birlikteliğini de geliştiriyor bu gelenek.
Dedeler ve büyükanneler torunlarına bu geleneği anlatarak yüz tutmasına da engel olmuş oluyorlar hem.
 
***
Zamanının zariflerinden sayılan ve kibar konaklarını neşelendiren Şirket-i Hayriye kapıçuhadarı Hacı İzzet Efendi’nin bir kaza neticesinde sağ elinin orta parmağı bükülmez olmuştu.
Bir gün bir yerde iftar ederken baklavaları süratle atıştıran açgözlü bir softa, Hacı İzzet Efendi’yi lakırdıya tutup bir iki baklava fazla yemek için:
“Hacı Efendi, sizin orta parmağınız neden öyle dik duruyor?” diye sordu.
Hacı İzzet hemen şu cevabı verdi:
“Sizin gibi açgözlülerle yediğim zaman baklavanın birini alırken ötekine işaret koymak için!”
 
***
Sultan IV. Murad Han’ın damadı Melek Ahmed Paşa Kuzguncuk’ta otururmuş.
Bu ailenin her sene tekrarladıkları bir âdetleri varmş.
Konaklarındaki fazla eşyayı Ramazan ayında haraç-mezat satarlarmış.
Bu mezadın iştirakçileri de pek sevinirler, aldıkları eşyaya karşı vereceklerini seve seve yerine getirmeye çalışırlarmış.
Belli günde münadi mezatçı bağırırmış:
“Bir altın kaplama sahan! Haydi, bir kapaklı altın sahan… Yok mu talibi?”
“Kaça? Kaça?” diye merakla sorarlar. Mezatçı da:
“Bir yetim okutmaya, bir yetim okutmaya…!” diye cevap verirmiş.
“Benden iki yetim.”
“Benden üç yetim okutmaya.”
Mezatçı:
“Üç yetim okutmaya satıyorum, satıyorum, saaat… sattım!” der ve bir altın kaplama sahanı üç yetim okutmak karşılığında satarmış.
Münadi başka bir eşya için:
“Bir murassâ kılıç, beş yetim okutmaya, satıyorum…” diye yeni bir rekabeti açar ve en çok yetimi kim okutmaya söz verirse o eşya da ona satılırmış.
 
***
Son devir meddahlarından Borazan Tevfik bir yaz Ramazanında Erenköyü’nden trene biner.
Sıcak bir havada oruç başına vurmuş ve şişman olduğu için de sıcaktan bunalmış bir halde kompartımanın birine yerleşir.
Meğer karşısında, eskiden beri tanıdığı biri Sâim (bu isim “oruç tutan” manasına gelir) diğeri Âbid (bu isim de “ibadet eden” manasına gelir) isimli iki kardeş oturuyormuş.
Bu kardeşlerden biri Borazan Tevfik’e hitaben:
“Tevfik Bey!” der, “Galiba oruç seni fena sarsıyor.”
Borazan Tevfik, hiç düşünmeden şu cevabı verir:
“Ne yapayım? Siz iki kardeş vazifeyi (biriniz orucu, diğeriniz ibadeti) aranızda taksim etmişsiniz. Bana gelince hem sâim (oruçlu), hem (kâim) olmak mecburiyetindeyim. Eh, bu sıcakta da kolay iş değil.”
 
***
Ramazan hilâli, görülmeyince oruç tutmanın caiz olmayacağı meselesini bilen bir tiryaki, hilâli görmemek için evin pencerelerini kapayıp perdeleri sımsıkı örtermiş.
Geceleri mahalle kahvesine giderken de başını önüne eğermiş.
Nasılsa bir gün su birikintisi içinde hilâlin aksini görünce ürkerek şöyle demiş:
“Hey mübarek! Gözüme mi gireceksin? Anladık işte Ramazan başlamış!...”
 
***
Ramazanlarda davetli davetsiz, tanıdık tanımadık yerlere iftara gitmek adettenmiş.
Ancak bu iyi niyetli bir şekilde yapılırken zaman zaman işi münasebetsizliğe vardıranlar da olurmuş.
İşte bu zamanda hulûskârın biri refakatinde hane sahibinin tanımadığı bir adam bulunduğu halde bir zata iftara giderken, yolda biri bunlara rast gelmiş.
Yanındaki arkadaşını tanıması sebebiyle sokularak nereye gittiklerini sormuş.
“Filan zata iftara gidiyoruz” derler.
Bu adam iftara gidilen zatı hiç tanımadığı halde “Ben de giderim” diyerek bunlara katılır.
Derken öteden biri daha çıkagelip yine içlerinden bazılarıyla tanışıklığından faydalanarak “Nereye gidiyorsunuz?” diye sorar.
-“Filan zata iftara gidiyoruz” derler.
-“Beni de götürünüz” der.
Hulûskârlar der ki:
-“Öyle ama zaten yanımızda bir tufeylî (asalak), bir de tufeylinin tufeylisi var. O zata seni ne sıfatla takdim edelim.”
Adam:
-“Sizin takdiminize hacet yok. O beni pekiyi tanır.” diyerek peşlerine takılır.
Nihayetinde gidecekleri yere varırlar.
Hane sahibi hasis (cimri) bir adamdır.
Böyle üç dört kişinin, bilhassa bilmediği adamların geldiğini görünce pek ziyade canı sıkılır.
Hulûskâra ilk refiki (arkadaşı) için sorar:
-“Bu efendi kimdir?”
-“Efendim, ahbaptan filan efendi. Zât-ı âlinize gıyaben hulûsu vardır.”
Hane sahibi ikinciyi göstererek:
-“Ya bu adam kimdir?”
-“Efendim, o da bu zatın bildiği imiş!”
Hiddetle üçüncüsünü sorar:
-“Ya bu teres (pzvnk) kimdir?”
En son peşlerine takılan adam arkadaşına der ki:
-“Gördünüz mü? Beni nasıl tanıdı…”
 
***
İki kafadar Ramazanda kadı kıyafetine girip köy köy dolaşmaya ve birkaç basit soru sorup, cevap veremeyen köylüleri falakaya yatırarak para kazanmaya başlamışlar.
Kadı efendinin bu durumdan haberi olunca bunları yakalatmış ve;
“Bu sabah namazının, bu öğle namazının, bu ikindi namazının, bu akşam namazının, bu yatsı namazının” diyerek kırk sopa attırıp salıvermiş.
İki kafadar köyden uzaklaşınca birisi:
“Tabanlarım sızlıyor, şurada oturup biraz dinlenelim” deyince diğeri:
“Yürü, yürü! Dinlenmenin sırası mı şimdi? Kadı efendi Teravih namazını unuttu. Eğer hatırlarsa vay halimize.”
 
***
Sultan II. Mahmud Han asr-ı ricalinden bir zât, Ramazanda bazı ahbap ve tanıdıklarını iftara davet etmiş.
Meşhur şair İzzet Molla da davetliler arasındaymış.
Yatsı ezanı okunmuş, cemaatle namaza başlamışlar.
İmamlık eden zât, namazı neredeyse iki secdeyi bir edecek kadar acele kıldırıyormuş.
Çok kısa zamanda sonuncu rekâtın tahıyyatına gelmişler.
O aralık dışarıdan bir adam gelip namaz kıldıklarını görünce:
“Hazır abdestim varken ben de cemaate yetişeyim” diye düşünüp safa dahil olacağı sırada cemaat selam vermiş.
İzzet Molla dönüp adama şöyle demiş:
-“Be adam! Biz içinde iken yetişemiyoruz, sen dışarıdan gelip nasıl yetişeceksin?”